Dil

Oğuznamelerle uğraşırken neler gördü bu gözlerim (Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun)

Prof. Dr. Ahmet Bican ERCİLASUN hocamızın Türk Dili dergisinin Şubat sayısında çıkmış yazısı sizlerle…

Oğuznamelerle ilgili ilk yazım 1988’de basılan Türk Dili Araştırmaları Yıllığı – Belleten 1986’da çıkmış: “Oğuz Kağan Destanı Üzerine Bazı Düşünceler”. Aslında bir bildiri metni. 1986 yılında Taşkent’te yapılan Altayistler Konferansı’nda sunduğum bildiri. O tarihten beri Oğuznamelerle uğraşıyorum demek ki.

Oğuznamelerle uğraşınca, üstelik bir de milletler arası toplantıda bildiri sununca insan kendini âlim sanıyor ya, ilk bilgiçliğimi o bildiride yapmışım. Ebubekir Abdullah’ın Ulu Han Ata Bitigçi adlı eserinden söz ederken pek de kendimden emin bir şekilde şunları yazmışım:

“Bizce kitabın adında da bir yanlışlık vardır. ‘Bitigci’ kelimesinde kef ile ye harfi arasına konan cim harfi, kelimeyi anlamamaktan doğan bir hatadır. ‘Bitigci’ değil ‘bitigi’ olacaktır.”

Hele bakın, ne kadar da kendimden emin konuşuyorum. Oysa metni sonuna kadar dikkatle okusam belki de fark edeceğim. Ebubekir Abdullah +CI ekini sadece kitabın adında kullanmıyor ki. Türklerin ilk atalarının adlarında da kullanıyor: Ulu Ay Ataçı, Ulu Ay Anaçı. Üstelik onların yaratıldığı mağaranın bulunduğu dağın adı da Kara Tagçı. Yazar veya müstensih hepsinde mi hata yapıyor? Hiç olmazsa bir şüphe belirtsem değil mi? Demek ki 1986 yılında kendimi çok âlim hissediyormuşum. Dört kelimede de aynı ek kullanıldığına göre bunun bir sebebi olmalı diye hiç düşünmemişim. Ama konunun yıllarca zihnimi kurcaladığı da bir gerçek.

Yıllar sonra 2BA diye bir roman yazmış ve konuyu orada tartışmışım. Romanın kahramanı Erboğa, 2BA dediği ruhuyla konuşuyor. 2BA, Ebubekir’in bir “yalançı” olduğunu söylüyor. “Yalançı” sözüne takılan Erboğa, +CI ekinin sırrını çözüyor: “-Hah işte, sır bu kelimede. –Ne sırrı? -+çı ekinin sırrı. Bir yıldan uzun zamandır Ebubekir’deki bu tuhaf isimleri anlamaya çalıştığımı biliyorsun. Ulu Ay Anaçı, Ulu Ay Ataçı, Kara Tagçı… Nedir bu kelimelerdeki +çı? Meslek isimleri yapar diye takılmışım. Oysa +çı’nın ana işlevinin sempati olduğunu yine ben söyleyip duruyordum. Yalançı, yalan alıp satmıyor ya, yalanı seviyor.”

Serde dilcilik var ya, roman kahramanına da dilcilik yaptırıyorum. Ancak işin beni gülümseten bir yanı da var. Kitabı imzaladığım bir meslektaşım şöyle bir göz atıyor kitaba. Tam da bu bölüm denk geliyor. “Hocam, diyor, bunu +çı ekinin işleviyle ilgili bir makalede kullanabilir miyim?” Gülümsüyorum tabii. Dille ilgili bir makalede romana atıf yapılacak. Benim romanım diye belki de sevinmeliydim, ama yalnızca gülümsüyorum.

Bildirideki eksikliğim sadece kitabın adını düzeltme ukalalığımdan ibaret değil. Yine yıllar sonra fark ediyorum ki cim harfinin fazladan yazıldığını benden çok önce bir tarihçimiz de düşünmüş. Zeki Velidî  Togan Hocamız, 1925 yılında Türkiye’ye ayak basar basmaz ayağının tozuyla çok önemli bir makale yazmış: “Türk Efsanelerinde Millî Alametler”. Makalesinde o da kitabın adını Ulu Han Ata Bitigi diye okuyor. Tabii Togan Hoca da acele etmiş ama sonuçta benden çok önce bunu yazan biri var. Onu görmem, ona atıfta bulunmam gerekmez mi? Dedim ya kendimden eminim; ilk defa ben buldum iddiasındayım. Bulduğum da doğru olsa…

Zeki Velidî Togan’ın önemli düzeltmesi

Togan’ın makalesinden söz açılmışken onun çok önemli bir düzeltmesinden bahsetmeliyim. Ulu Han Ata Bitigçi hakkında ilk ciddi ve etraflı makaleyi yazan Muallim Cevdet, Ebû Müslim’in Buhtu Han neslinden geldiğini yazıyor. Ulu Han Ata Bitigçi adlı eser, Ebû Müslim’in büyük atası olan Büzürcmihr bin Buhtu Han’dan kalmış. Togan Hoca, Muallim Cevdet’ten sonra Köprülü ve Hüseyin Namık tarafından da tekrar edilen Buhtu Han okuyuşunu düzeltiyor. Bu okuyuş yüzünden “Ebû Müslim’in Türk olduğu ders kitaplarına da girmiştir.” dedikten sonra Zeki Velidî şöyle devam ediyor:

“Hâlbuki asıl nüshalarda ‘bu kitap Ebû Müslim hazinesinden bulundu. Ebû Müslim’e ise kendisini nispet ettiği hekim Büzürcmihr bin el-Bahtigân el-Fârisî’den irsen kalmıştır.’ diye yazılıdır. Malumdur ki Büzürcmihr, Nûşirevan muasırı olan İran hekimidir.”

Oğuzname yayınlarındaki bazı yanlışlar: Hayalet şahsiyetler

Çeşitli kaynakları da göstererek Togan Hoca, Buhtu Han’ı Bahtigân olarak düzeltiyor ama kim derdi ki 1925’ten 91 yıl geçtikten ve onlarca araştırmada Büzürcmihr bin Bahtigân’dan söz edildikten sonra bir dostumuz çıkıp kelimeyi Berez Hamdin Bin El-Hatkan okuyacak ve bu okuyuşunu da Ebu Müslim’in Türklüğüne delil olarak gösterecek!

Başlıkta “… neler gördü bu gözlerim” diyorum ya belki de başlığı “daha neler görecek” diye değiştirmeliyim. Şimdi ben yine bilgiçlik yapıp şunları da söylesem mi? Arapçada g sesi olmadığı için Farsçadan alınan kelimelerdeki  g, c olur. Gevher’in cevher olduğu gibi. Bu Nûşirevan’ın vezirinin adı da aslında Büzürgmihr. sesi, Arapçada c olmuş. Yani Farsçanın bildiğimiz büzürg “büyük” kelimesi.  Şehname’de de bu vezirden uzun uzun bahsediliyor.

Bir terim vardır, bilirsiniz: Hayalet kelime. Hani İngilizlerin ghost word dedikleri. Eh, Berez Hamdin Bin El-Hatkan da bir hayalet şahsiyet. Fakat o da ne, dostumuzda daha başka hayalet şahıslar da varmış. Her hâlde dostumuz, Ebubekir Abdullah’ın Arapça metnini Türkçeye kendisi çevirmiş olacak ki dipnotlarda doğrudan Arapça yazmanın sayfalarını veriyor. Metni çevirmeye devam ediyor ve Tepegöz’ü öldüren kahramanı öğreniyoruz: Sıbat Bin Arsu.

Neyse ki aynı metnin daha önce yapılmış birçok çevirisi var elimizde. O çevirilerde, Tepegöz’ü öldüren kişinin adı Arus / Urus oğlu Basat. Yani bildiğimiz Aruz Koca’nın oğlu Basat. Acaba Arapça metinde bu isim yanlış yazılmış olabilir mi? Kâzım Yaşar Kopraman’ın çevirisinin arkasında yazmanın ilgili sayfalarının tıpkıbasımı da var. Oraya bakıyorum, 202b sayfasına: be-sin-elif-tı, be-nun, elif-rı-sin. Açıkça Basat bin Arus yazılmış. Üstelik Basat üç kez, Arus iki kez geçiyor ve Arus’un birinde harekeler de var.

Düşünmeden edemiyorum. Diyelim ki Arapçadan metni ben Türkçeye çeviriyorum. Karşıma bu isim çıktı. E canım, Tepegöz’ü kimin öldürdüğünü bilmiyor muyum? Dede Korkut Kitabı hakkında o kadar yazıp çizmişim; Tepegöz’ü öldürenin Basat olduğunu bilmiyor muyum?

Sonra yine sorumu hatırlıyorum: Daha neler gördü bu gözlerim? Evet, neler görmüştü? Oğuznamelerden birinde geçen tâ hadd-i vilâyet-i (Türkistan) ibaresini “ta Hud vilayeti” okuyup bir “hayalet ülke” çıkaranı görmemiş miydi? Nayman boy adını “nâ-îmân” okuyup bunu Öngüt boyunun sıfatı yaparak “Müslüman olmayan” diye bugünkü Türkçeye aktaranı görmemiş miydi? Yine Oğuzname’de geçen barça kavmi bilen ol yıgında bar irdi ibaresini “barça kavmi bilen ol yogurda barar irdi” okuyup yogurt kelimesine sözlüğünde “yoğurt” anlamını vereni görmemiş miydi? “Acaba Oğuz Han topladığı kurultaylarda yoğurt yiyip anlaşmalar mı yapıyordu?” diye düşünmemiş miydim? “1596’da istinsah edilen bir Oğuzname nüshasında nasıl olur da 1663’te yazılmış Şecere-i Türkî’den bahsedilir?” diye sormamış mıydım? Yine “1596’da istinsah edilmiş bir başka Oğuzname nasıl olur da Kâtib Çelebi’nin 1650’lerde yazılmış Cihannümâ’sından alıntılar yapar?” diye sormamış mıydım?

Doğu ve Batı Türkçesine ait metinleri böyle okuyan bir meslektaşımızın Arapçadan tercüme yaparken hayalet şahsiyetler yaratmasını belki görmemezlikten gelebilirdik ama Dede Korkut boylarının sayısı açık artırmaya çıkmışken sayıyı 13’ten, 14’ten 20’ye çıkarmasına da kayıtsız kalabilir miydik? 1930’lardan beri bilinen ve üzerinde defalarca çalışılan Topkapı Oğuznamesi’ni yeni keşfetmiş gibi sunmasına gözlerimizi kapatabilir miydik? Aklıma birçok yeniçeri hikâyesi geliyor ama doğrusu 2. Mahmud’un vak’a-i hayriyesinden şu kadar yıl geçtikten sonra zavallı yeniçerilere bir de ben mi söz edeyim? Bir de ben mi bühtanda bulunayım? Onlar tarihimizin bir döneminde gelip geçmişler. İyilikleri, yiğitlikleri de var, münasebetsizlikleri de. Şimdi şu “münasebetsiz” yerine “ilişkisiz” demek isterdim ama olmuyor işte. Kalemimi tutamıyorum. Rahmetli Orhan Şaik, “Bu bağ benim.” demiş ama ben o kadar inhisarcı (burada tekelci diyebilirdim galiba) değilim. Dostlar bağa girerken destur istemeseler bile hiç olmazsa besmele çekseler, diyorum. Tabii “eûzu”yu da birlikte söyleseler daha iyi olur. Böylece şeytandan da Allah’a sığınmış olurlar. Yeniçerinin birine düşünde şeytan görünüyormuş … Neyse yeniçerilere bühtanda bulunmaktan vazgeçmiştik.

Oğuzname’nin İngiltere nüshaları ve Ahmet Vefik Paşa

Oğuznamelerden söz ediyorum ya, aklıma İngiltere nüshaları geliyor. Yıllar önce yazdığım bir yazıyı tekrar gözden geçiriyorum. Makalenin içine öğrencim Yakup Sarıkaya’nın eski yazıdan aktardığı Muallim Cevdet’in yazısını da koymuşum. 1918’de yazılmış bu yazıyı bir daha okuyorum. Her okuyuşta gözlerim yeni şeyler gördüğü gibi bu okuyuşta da bir şeyi görüyor. “Ahmet Vefik Paşa’nın kütüphanesi fihristinde iki nüsha Oğuzname” varmış. Allahım, ne oldu bunlar? Acaba İngiltere nüshaları bunlar mı?

Google’a Ahmet Vefik Paşa yazıyorum. Ben bu yazıyı bugüne dek niçin okumamışım? Ömer Faruk Akün Hocadan nefis bir Ahmed Vefik Paşa maddesi. Paşa, 1 Nisan 1891’de ölmüş. Daha önceki 2 Nisan hatasını düzeltiyor Akün Hoca. Herkesin bildiği Akün titizliğini burada da görüyoruz. Herhangi bir tarihte bir günlük yanlış bile olamaz. Biyografi mükemmel, değerlendirme ondan da mükemmel. Doğa üstü, insan üstü gibi bir kullanım da ben icat etmek istiyorum ve mükemmel üstü diyorum.

Fakat ben maddeyi bunun için ekrana getirmemiştim ki. Bana kütüphanesi lazım. Hah işte oraya geldim. İçinde Çağatayca eserler de bulunan 15.000’e yakın çok değerli kitaptan oluşan kütüphane “paşanın ölümünden sonra borçlarını ödeyebilmek için kısım kısım satılmış, geri kalanların da iki sene sonra ayrıca basılı bir katalogu yapılarak satışa” arz edilmiş.

Süheyl Ünver de bu kataloğu görmüş ve bir makalesinde katalogdaki kitapların değil, konuların adlarını vermiş. Ama işte Muallim Cevdet bu katalogda iki adet Oğuzname bulunduğunu yazmış. Evet, büyük bir ihtimalle Ahmed Cevdet Paşanın iki nüsha Oğuznamesi İngiltereye gitmiş. Belki bir meslektaşımız İngiltere’deki katalogda varsa, nüshaların nereden ve ne zaman geldiklerini tespit edebilir.

Oğuzname yazmalarıyla ilgili tarih hataları    

“Neler gördü bu gözlerim?” derken birkaç tarihten de söz etmeliyim.

Türk Kültürü dergisinin 2018 yılı bahar sayısında “Kazan Oğuznamesi Değil Afganistan Afşarları Oğuznamesi” diye bir yazı yazmak zorunda kalmıştım. Zorunda kalmıştım, çünkü Kazan’daki yazma bir türlü sırrını ele vermiyordu. Üzerinde makaleler yazılmış, yüksek lisans tezleri yapılmış, yazmanın bütünü yayımlanmış, fakat hâlâ tarihi hakkında çeşitli görüşler ileri sürülüyordu. Bazı makale ve tezlerde istinsah tarihinin belli olmadığı yazılmıştı. 18. yüzyıl başları diyen vardı, 17. yüzyıldan sonra diyen vardı, 16. yüzyıl sonları diyen vardı. Üstelik hiç kimse de metnin Afganistan Afşarlarına ait olduğunu vurgulamıyordu.

Bütün mesele dal-rı-elif-nun-ye’de idi. Neydi bu kelime? Bir tezde “-dir. Anı”, bir yayında ise “-dür, anı” okunmuştu. Böyle okunmuştu ama metinden bir türlü anlam çıkmıyordu. O zaman Eraslan Hocanın “ille de aktarma” diye neden tutturduğunu bir kez daha anladım. Transkripsiyon ile yetinilmeyip metin bugünkü Türkçeye aktarılsa ibaredeki anlamsızlık ortaya çıkacaktı. “Timur Şah Pâdişah Gâzîdür, anı muḫâlif ve a’dâ def’i üçün …” Timur Şah, muhalif ve düşmanları defetmek için Kâbil’den ordusuyla kalkıp Belh’e gitmiş. Şimdi burada dilin canlılığından yararlanıp “kel alaka?” demez misiniz? Metnin içinde bu “-dür, anı”nın işi ne?

Paragrafın başındaki soruyu bir daha sordum kendime. Neydi bu kelime? E besbelli, Afganistan’dayız: Kâbil, Belh… Bir kişi adı da var: Timur Şah. Afganistan uzmanı olmayabilirsiniz ama günümüzde, kütüphaneye gidip Afganistan ile, Timur Şah ile ilgili kitaplar aramanıza bile gerek yok. Bilgiler bir tık ötenizde. Genel ağa “Afganistan, Timur Şah” yazsanız önünüze geliveriyor. Bingo!… (Hoş geldin canlı dil!). Mehmet Saray Hocamızdan Allah razı olsun! TDV İslam Ansiklopedisi’nde “Afganistan” maddesini yazmış. Biz de oradan öğreniyoruz. Timur Şah’ın sülale adı Dürrânî imiş. Afganistan’ın kurucusu Ahmed Şah Dürrânî’nin oğlu Timur Şah Dürrânî. Şimdi anlam yerine oturdu.

Anlamı yerine oturttuk, fakat metinde bir de tarih var. Timur Şah Dürrânî bu işi miŋ iki yüz tört yılında yapmış. Hicrî 1204, miladi 1789. Bir daha bingo!… Demek ki yazma 1789’dan önce yazılmış olamaz.

Timur Şah düşmanları defetmek için Akça kalesini kuşatmış. Kuşatmada ona yardım eden Afganistan Afşarlarının emîri Rahmetullah Han şehit düşmüş. Yerine oğlu Nimetullah Hanı seçmişler. Nimetullah Han hüküm sürerken yazma, ona dua ile bitiyor. Her şey açık. Kazan yazması, 1789 veya onu izleyen birkaç yıl içinde Afganistan Afşarları arasında yazılmış.

Togan Hoca yine şaşırtıyor

Tam da burada Zeki Velidî Hoca beni yine şaşırtıyor. Yine “Neler gördü bu gözlerim?” diyorum. Hocanın Bugünkü Türkili (Türkistan) ve Yakın Tarihi kitabından Mir İzzetullah adlı bir kişinin varlığını öğreniyorum. İngiliz-Hind hükûmeti, Hindistan Müslümanlarından Mir İzzetullah’a bir görev vermiş. Türkistan’ı dolaşmak ve edindiği bilgileri bir rapor hâlinde bildirmek. Mir İzzetullah 1813 yılında Türkistan’ın birçok yerini dolaşıyor ve çok kapsamlı bir rapor hazırlıyor. Andhoy’da Afşarların başında kimi görüyor dersiniz? Rahmetullah Hanın halefi Yulduz Hanı. Tabii bizim Oğuzname’mizde 1790’ların başında Rahmetullah Hanın halefi Nimetullah Han idi. Demek ki Nimetullah Handan sonra bir Rahmetullah Han daha gelmiş. Onun oğlu da Yulduz Han. 1813’te Afganistan Afşarlarını o yönetiyor.

Mir İzzetullah’ın raporu “Travels beyond the Himalaya” adıyla 1825’te Kalküta’da yayımlandığı gibi 1843 tarihli Journal of the Royal Asiatic Society dergisinde de yer almış. Bu sonuncusunun genel ağda da bulunduğunu, 1810’larda Türkistan’ı merak eden tarihçilerin bilgisine sunalım.

Hazır 1813’e dek gelmişken Afganistan Afşarlarını bugüne kadar izleyebilir miyim, dedim. 1936-1937 yıllarında Ligeti onlar arasında dolaşmış, 1960’ta da onların dili üzerine bir bildiri sunmuştu. 1993’te ben de Afganistanlı bir aydından Dr. Elmurat Argun’dan sözlü olarak bazı bilgiler edinmiştim. Savaş Şahin de son yıllara ait bazı küçük bilgiler veriyordu. Bu bilgi kırıntılarını arka arkaya sıraladım. Fakat orada bana göz kırpıp duran bir kitap vardı. Onu görmemişim. Demek ki gözlerimin gördükleri de var, görmedikleri de.

Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsünün yayımladığı kitap Oğuzlar – Dilleri, Tarihleri ve Kültürleri adını taşıyor. Bana göz kırptığı hâlde görmediğim bu kitap bildirilerden oluşuyor. Benim de bir bildirimin yer aldığı kitapta Afganistan Türklerinden Firuz Fevzi “Güney Türkistan’da Yaşayan Oğuz Türklerinin Üç Boyu Üzerine” başlıklı bir bildiri sunmuş. Üç boydan biri de Afşarlar. Firuz Fevzi’ye göre Afganistan Afşarları iki milyon civarında. Ancak büyük çoğunluğu Türkçeyi unutmuş ve özellikle Hazaralar arasında erimiş. Dillerini unutmayan 100 kadar aile Tebriz ağzı ile konuşuyormuş. Özellikle bu son bilgi, Kazan yazmasında anlatılan tarihî macerayı destekliyor.

Berlin yazmasının macerası

Bir de ünlü Berlin yazması var: Er-Risâletu min-Kelimâti Oğuznâme el-Meşhûr bi-Atalar Sözi. Hani şu Evvel sağlığa çalalum sağlık gelsün, esenlige çalalum esenlik gelsün diye şiirli bir şekilde başlayan ve Ap alaca çiçekden öndüm ben Dede Korkut. Bir katra murdar meniden döndüm ben Dede Korkut. Ana rahmine düşdüm, ata belinden endüm ben Dede Korkut. Ala göz div kızından doğdum ben Dede Korkut… Oğuz üç yüz altmış alp kopdı. Yigirmi dört ḫas boy, otuz iki… Selçik Sultün selveri Kazan, okçısı Kozan, yeŋlisi Karmış oğlı Dede Korkut diye bize hem Korkut Ata hem Oğuzlar hakkında şaşırtıcı bilgiler veren yazma.

Berlin yazması 1811’den beri bilim dünyası tarafından biliniyor. Çünkü Dede Korkut Kitabı’nın Dresden nüshasını dünyaya tanıtan meşhur von Diez, 1811-1815’te bu yazmayı da tanıtmış ve içindeki 400 atasözünü Almanca çevirileriyle birlikte yayımlamış. Nehir Destan Oğuzname kitabımı bitirirken Ötüken’den sevindirici bir haber geldi. Diez’in 200 yıl önceki yayını Almancacı dostlarımızdan Hasan Güneş tarafından Türkçeye çevrilmiş; Ötüken Neşriyat da çeviriyi basmış.

Berlin yazmasının Türkiye’deki macerası da ilgi çekici. 1920’lerin ikinci yarısında olmalı. Almanya’da doktora yapmakta olan Ahmet Caferoğlu yazmayı eliyle kopya ediyor ve kopyayı Orhan Şaik’e “göndermek lûtfunda” bulunuyor. Bu sayede biz, Berlin yazması hakkındaki ilk bilgileri ve yazmanın ilk sayfalarındaki metni Gökyay’ın 1938’de Aylı Kurt yayınlarından çıkan Dede Korkut kitabından öğreniyoruz.

Anlaşılan Gökyay, yararlandıktan sonra kopyayı Caferoğlu’na geri göndermiş. Çünkü 1958’de Türk Dil Kurumu tarafından yayımlanan Dede Korkut Kitabı’nda Muharrem Ergin de bu yazmadan bahsederken şöyle diyor: “Eserin Prof. Ahmet Caferoğlu tarafından istinsah edilen bir kopyası elimizdedir.”

Benim cömert hocam! Ay sonlarında asistanlara borç verdiği meşhûr-ı âlemdir. Hatta kendisinden borç istemeyen Mehmet Çavuşoğlu’na bu yüzden küstüğü bilgisi, Necmettin Hacıeminoğlu ile Birol Emil hocalarımdan bana aktarılmıştır. Demek ki sevimli hocamız sadece parada cömert değil, ilimde de cömertmiş. Öyle ya, ta Berlinlerde eliyle istinsah ettiği yazmayı pek ala kendisi de yayımlayabilirdi.

Caferoğlu kopyası Muharrem Ergin’de amma… Yazmanın baş tarafında yer alan “Kan alan Emir Süleyman Sultan” ibaresi işi karıştırmış. Ergin Hoca diyor ki bu yazmanın Emir Süleyman zamanında yazıldığı anlaşılmaktadır. Yani 15. yüzyıl başında. O da tabii Bayezid’in oğlu Çelebi Süleyman olmalı. Neticede hocamız yazmayı 15. yüzyılın başına yerleştiriyor.

Büyük bir ihtimalle Caferoğlu yazmanın tamamını kopya etmemiş. 41b’nin sonunda temmet Oğuznâme kaydı var. Yani yazmadaki Oğuzname bölümü orada bitmiş. Fakat yazma 40 küsur yaprak daha devam ediyor. Yazı aynı olduğu gibi Oğuzname bölümünün son sayfasının alt köşesinde de sonraki yaprağın çobanı var. Yani sonraki yaprağın ilk kelimeleri: ḫarcı yimek ki.

Caferoğlu Hoca gibi cömert Türk bilimciler bugün de var. Ali Duymaz dostum elektronik ortamındaki yazmayı benim bilgisayarıma gönderiverdi. Ben de o cömertliğe karşı yazmanın tamamını okudum.

Oğuzname’den sonra insanın iştahını kabartacak yemeklerden bahsediliyor. Yemek ve tatlılarda kullanılan malzemeler, kimlere ne kadar verildiği filan. Aman Allahım, harika bir metin! Kanuni’nin şehzadelerinin sünnet düğününde yapılan yemeklermiş meğer. Osmanlı mutfağı için çok önemli bir malzeme. Bunu mutlaka yayımlamalıyım. Ama bir dakika… Belki de metin üzerinde çalışılmıştır. Birkaç gün araştırdım. Bir şey bulamadım. Turgut Kut, Günay Kut?… Yok, bir şey bulamadım. Öyleyse birilerine sormalıyım. Osmanlı tarihçilerinden birinin telefon numarası telefonumda kayıtlı imiş: Erhan Afyoncu. Hay Allah, Erhan da şimdi Millî Savunma Üniversitesine rektör oldu. Bakalım ulaşabilecek miyim? Hoş bir ses geldi telefondan, “Abi” dedi, “öyle bir şey hatırlıyorum. Ben araştırıp sana döneyim.” Ertesi gün aradı. “Günay Kut Hoca yazmış.” dedi ve künyeyi verdi: III. Milletlerarası Türk Folklor Kongresi Bildirileri V. cilt. Yıl 1987. Nail Tan dostum, siz neler yapmışsınız!… Fakat Folklor Kongresi’nin bildirilerine ulaşmak o kadar zor ki! Afyoncu dostum onu da tarayıp göndermez mi? Eh, cömertlerin sayısı arttı.

Yazmada daha sonra Şehzade Selim’in fetihnamesi var; Şah Tahmasb’a yazdığı mektup var. Acaba eser 16. yüzyıla mı ait? Hayır, sonuna kadar okumalıyım. Hem okudum, hem de yazmayı tanıtan bir makale yazdım. O makale de Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü tarafından yayımlanan Umay Günay Armağanı’nda çıktı.

Sonunda yazmanın 80b sayfasına geldim. Sayfa ortalarında Târiḫler der-Sultan Murad hakkına diye kırmızı mürekkepli bir başlık var. 4. Murad’ın cülusuna düşülmüş mısralar: On yedinci şâh oldı âleme Sultan Murad, sene 1033 (sayı ile yazılmış); didiler Sultan Murâd-ı râbi oldı pâdişah, sene 1033 (yine sayı ile). Daha birkaç mısra var ve hepsinde sene 1033 yazıyor. Yani 4. Murad’ın tahta çıkış tarihi. Miladi 1623. Böylece anlaşılmış oluyor ki bu yazma da 1623’ten önce yazılmış olamaz.

Emir Süleyman kim?

Peki Muharrem Ergin Hoca’yı yanıltan bu Emir Süleyman Sultan kim? Aynı isim Topkapı Oğuznamesinde de geçiyor ve Ergin Hoca orada daha kesin konuşuyor: “İçinde geçen Emir Süleyman adından XV. asrın başında Yıldırım Bayezid’in oğlu Emir Süleyman zamanında yazıldığı anlaşılan bu Oğuzname parçası…”

Topkapı Oğuznamesinde Emir Süleyman şöyle geçiyor: Emîr Süleyman uğurlu Oğuz / Dede Korkut biliglü Oğuz.

Neredeyse Dede Korkut ile eş değerde anılan bu Emîr Süleyman, Yıldırım’ın oğlu olabilir mi? Orhan Şaik’ten hem bu sorunun cevabını öğreniyoruz, hem de daha neler neler…

“Yazıcı-oğlu Oğuznamesinde, birincisi Oğuz’un alkışında iki yerde ‘Emîr Süleyman uğurlu’ ve Atasözleri mecmuasında… geçen bu kişinin kim olduğunu kesin olarak belirtmek mümkün olmamıştır. Herhalde bu Emîr Süleyman, Bartold’un ve Adnan Sadık Erzi’nin sandıkları gibi Yıldırım Bayazıd’ın oğlu Süleyman Çelebi değildir. Bu Emîr Süleyman, Enverî’nin Düsturnamesinde anlattığı menkabeye göre Osman-oğlu Iyaz’ın Tuman Hanın kızı Turunç Hatun’dan doğma çocuğudur.”

Demek ki yanılan sadece Ergin Hoca değilmiş. Koskoca Barthold ile tanınmış tarihçi Erzi de yanılmış.

Gökyay Hoca tereddütlü konuşuyor ama Enverî’de Emir Süleyman’ın kim olduğu açık açık yazılmış. Hani şu Mükrimin Halil Hoca’nın Paris’in Bibliotheque Nationale’inde her gün bir bölümünü ezberleyip otelinde ezberinden istinsah ettiği Düsturnâme-i Enverî’de.

Kız bir ay içinde oğlana kalur / Pes Iyâz andan Hamâ azmin kılur // Lîkin ısmarladı, oğlan doğsa ger / Koŋ Süleyman adını, koymaŋ diger // Pes varup Hums u Hamâ’ya ol ölür / Doğuban oğlan Oğuz içre kalur // … Gerçi atası Süleyman kodı ad / Bes anası Mir Süleyman kodı ad // … Çün Süleyman doğuban buldı vücûd / Çağırup Allah didi, kıldı sücûd // Bes velîye anlar eydürdi oğuz / Didiler biz aŋa Oğuz eydürüz // … Anı eydürler Oğuz ismiyle yad / Aŋa olmışdur Süleyman asl ad.

Câmiü’t-Tevârîh Oğuz’u Müslümanlaştırmış ama Düsturname’nin yanında o, yaya kalır. Meğer bizim Oğuz Han, sahabeden Osman oğlu Iyaz’ın oğlu imiş. Iyaz, Oğuzların hükümdarı Tümen Han’ın kızı Turunç Hatun ile evlenmiş. Sonra da Hama, Humus taraflarına sefere gitmiş ve orada şehit olmuş. Hicretin 15. yılında çocuk doğunca adını (Mir) Süleyman koymuşlar. Yani Oğuz Han’ın asıl adı Süleyman imiş. Oğuzlar evliyaya oğuz dedikleri için onu da Oğuz diye adlandırmışlar. Eh, İslamlaştırma bu kadar olur değil mi? Fakat Emîr Süleyman adı diğer yazmalara da geçtiğine göre bu rivayet o asırlarda epeyce yaygınmış.

Oğuznamelerle uğraşırken 20 küsur metnin arasında yiteyazdım. Meğer Düsturname’nin bir nüshası daha bulunmuş. Mükrimin Halil’in bin bir güçlükle kopya edip 1928-1930’da yayımladığı Düsturname’nin meğer bir nüshası da İzmir’in Millî Kütüphane’sinde imiş. Bu nüsha da 1930’larda bulunmuş ve Himmet Akın tarafından bilim dünyasına tanıtılmış. Yazma 2007’de Necdet Öztürk tarafından yayımlanmış, iki üç baskı daha yapmış ve ben bunları görmemişim. Üstelik Öztürk yayınında İzmir nüshasının tıpkıbasımı da var. Efsanelerle uğraşıyorum ya, anlaşılan ben de Mükrimin Halil efsanesine kurban gitmişim. Gözlerimin gördükleri yanında görmediklerinin de bulunduğunu bir kez daha anladım.

Görmediklerimi bir yana koyup yine gördüklerime dönelim. Oğuznamelerle uğraşırken neler gördü bu gözlerim?

2003 yılında “Muallim Cevdet ve Oğuzname” diye bir yazı yazmışım. Yazı şöyle başlıyor: “Yeni Mecmua’nın, Çanakkale Savaşı vesilesiyle 5-18 Mart 1915’te yayımlanan fevkalâde nüshasında…” Aman Allahım! 16 yıldan beri bu ibare orada durmuş da kimse “1915’te Yeni Mecmua mı vardı?” diye sormamış. Bir Allah’ın kulu çıkıp da “Ercilasun yanılıyor, Yeni Mecmua 1917’de çıkmaya başladı. Sözü edilen özel sayı da 1918’de çıktı.” dememiş. Dikkatsizlik mi, görmemezlikten gelme mi, hatır gönül mü? Kendi yanlışımı yıllar sonra yine ben mi görmeliydim?

İşte böyle!… Neler gördü bu gözlerim? Öyle anlaşılıyor ki daha da görecek. Türk bilimciler, destan bilimciler çalıştıkça hep birlikte daha neler göreceğiz. Doğrularıyla yanlışlarıyla çalışmalar sürilüp gide yörüyiser. Dede Korkut gelüben soy soylasa, yüm yümlese işlerümüz âsanrak olısar.

Kaynak

bilimdili

Yorumla

Yorum yazmak için buraya tıklayın...