Sosyoloji Tarih

Karacaahmet’te Öldürülen Bizzat İstanbul’un Kendisidir

Yazdığı küçük seyahatnamesi pek hoş enstantanelerle süslenmiş Amerika doğumlu İtalyan gezgini Francis Marion-Crawford, 1890’larda İstanbul kitabının sonlarına doğru İstanbul’un büyük mezarlıklarından söz açıp, birkaç paragraf içinde bu devasa kabristanların şimdiye kadar yapılmış en iyi anlatımlarından birine imza atar.

Mezar taşları uzun ve silindirik olduklarından, bir süre sonra sağa sola eğildiklerini ifade eden Crawford, bunun Türk mezarlıklarına “yabanıl ve olağanüstü bir görünüm” verdiğini söyler ve şöyle devam eder: “Aralarında en pitoresk ve doğal olanlar duvarlarla çevrilmemiş büyük mezarlıklardır. Müminlerin bedenlerinin istirahat ettiği bu geniş alanları akıl almaz yaştaki muhteşem servilerin koyu ve hüzünlü gölgeleri yazın öğle güneşinde bile örter. Bu mezarlıklar her yönde göz alabildiğine dik duran, yan yatmış veya dik durması gereken bir cismin eğilebileceği her şekilde eğilmiş gri mezar taşlarıyla sonsuz bir düzensizlik içindedir.”

Crawford, Batı’nın mezarlıklarıyla mukayese ettiği büyük kabristanlarımız karşısında Batı’nınkilerin bir şeye benzemediğini de ısrarla vurgular.

“Siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz! Türkler için mezarlıklardan daha aziz bir şey yoktur”

Yazarın tarif ettiği manzaranın insan aklındaki canlandırması hakikaten müthiş bir şeye benziyor. Bugün bu manzaraya şahit olmak isteyenler, yani bizim jenerasyonumuz, bunu son defa görebilenler mi olacağız yoksa görünen köy kılavuz mu ister; çok zor bir karar değil ama genel olarak durumun neye benzediğini anlamak da fazla müşkül değil.

Mezarlıklardan ve -daha önemlisi- mezarlıklarla barışık hayattan kopuşumuzun dönüm noktalarından biri, Crawford’un da sözünü ettiği duvar vurgusudur. Küçük cami hazirelerinin aksine büyük arazilere kurulu mezarlıkların duvarları yoktur, en azından dışarıyla bağını kesecek ve bakışları sabote edecek kadar duvarları. Ölümle hayat bir elmanın iki yüzü gibidir çünkü.

Dikkati çeken bir husustur ki Batılı seyyahlar ve bizim hassas gözlemcilerimiz, mezarlıklarımızın o zamanlarda dağınık, sere serpe ve salaş olduğunu ifade eden sözler ederlerken, buralara karşı herhangi bir saygısız, incitici veya yıkıcı tavırdan bahseden cümle kurmamışlardır. Hatta Mehmet Kökrek’in naklettiği bir ifade dikkate şayandır: “1886 tarihinde Bergama kazı başkanlığı payesini deruhte eden meşhur arkeolog Carl Humann‘ın, antik bir kitabeyi keşfetmek için bir Osmanlı şahidesini deviren iki genç Alman arkeoloğa, ‘Siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz! Türkler için mezarlıklardan daha aziz bir şey yoktur, onları böyle tahrik etmeye gelmez!’ diyerek çıkıştığı da tarihî bir gerçektir.” (“Tarihî Mezarlık ve Mezar Taşlarımızın Serencamı”, Siyah Sanat dergisi, 38. sayı)

1.
2.
3.
4.
5.
6.
7.
8.
9.

Her gün bir mezar taşı daha…

Ama bir şeyler, yerlerine gelmek isteyen başka şeyler yüzünden hızla değişmiştir ve mezarlıklarımız, eşi benzeri bulunmayan ince düşünce mahsulü mezarlarımız bugünkü vahim tabloya getirilmişlerdir. Ne kadar vahim? Bu sorunun cevabına göre harekete geçilecekse harekete geçmek için çok ciddi sebepler var ama illa kör göze parmak sokulmasını beklemek apayrı bir mesele olarak hâlâ duruyor.

Her gün bir mezar taşı daha Osmanlı’nın tahrip edilmiş tarihine doğru gömülüp kaybediliyor. Yakın yıllara kadar bu iş bir bilinçsizlik ve mağlubiyet sarhoşluğundan mütevellit olabilirdi; ama artık basbayağı kendi bindiğimiz dalı kesiyoruz, bile bile lades.

Karacaahmet Mezarlığı o kadar kıymetli bir yer ki, insan oturup akl-ı selimle tarttığında, illa biri korunacaksa fanusa alınarak, neden Kaşıkçı Elması ve emsali nice mücevheratın bu devasa kabristana tercih edildiğini anlamlandıramıyor. Ama kocaman bir hiç hükmünde görülüyor. Hiç.

İhmal değil; burası gayet aklı başında ve şuurlu biçimde perişan edilmiş

Karacaahmet sıradan bir mezarlık ya da tarihî miras değil ama bu arazinin herhangi bir noktasında, burada kimlerin defnedildiğine dair küçük bir tabela dahi göremeyiz. Bu onun unutulmaya terk edilmişliğinin çok sayıda işaretinden biridir.

Binlerce taş bakımsızlıktan mahvoluyor, çok fazlası okunamayacak, özelliklerini kaybetmiş vaziyette ve yalnızca yok etmek güdüsüyle pek fazla mezar taşı içler acısı manzaraya düşürülmüş. Sadece ihmal edilmişlik değil, burası gayet aklı başında ve şuurlu biçimde perişan edilmiş.

Taşları -şanslıysa- yarıya kadar gömme âdeti, şehrin birçok noktasında olduğu gibi burada da belki başka hiçbir yerde olmadığı derecede bir keskinlikle sürüyor. Bununla birlikte karşılaşılan manzaraların çeşitliliği insanın yüreğini burkuyor, daha bir fena ediyor. Silahşoran-ı hassadan ve eski has ağası Karamanlı Ali Ağa’nın genişçe kavuklu taşının ilerisinde rastlayabileceğiniz bu örnek gibi: 1

Hacegân-ı divan-ı hümayundan, şehremini ruznamecisi Muhammed Bey’in biraz ilerisinde ise, mezarlıkta gayet alelade hâle gelmiş şöyle bir görüntünün yanından geçersiniz: 2

İki yeni mezar arasında sıkışmış (böylece ölü başka bir mezar altında kalmış oluyor) bu çiçekli dalları olan taş henüz ciddi bir zarar görmüş değil fakat mevcut pozisyonu bir zarardan ibaret desek yanlış olmaz. Bu şekilde olduğu yerde emanet gibi duran çok sayıda mezar taşı var. Burada ehemmiyetli olan başka boyut ise sultanın yaverlerinden ve erkân-ı harbiye mirlivası (bugün için tuğgeneral) gibi sıfatlarla anlatılan kişinin mezarın sahibi mi yoksa gözükmeyen en alt kısımda denme ihtimali olduğu üzere, sıfatları sayılanın bir yakını mı olduğunu anlayamamamız. Sıfatların sahibi olsaydı mezarın daha süslü ya da başlığın farklı olmasını bekleyebilirdik lâkin bu zorunlu değil. O sebepledir ki kabristandaki mevcut hengâme böyle birtakım görüntülere de yol açıyor: 3

Denizli-Buldanlı Süleyman Ağa ile yanındaki, parke taşlarına gömülmesi sebebiyle ismi gözükmeyen ama isim öncesi künyesinden anlaşıldığı kadarıyla kuvvetle muhtemel ki oğlu ya da babası olan sarıklı iki mezar taşı, bugüne biraz sıyrık ve örselenme dışında çok da kaza bela olmadan gelebilmişler. Fakat öyle görünüyor ki bulundukları durumda daha çok belaya ihtiyaçları da yok: 4

Beton ve kaldırımın yedikleri

Tarihî mezarlıkların ve özelde Karacaahmet’in en tipik sorunlarından biri (yazarken dahi utandırıyor) herhâlde icap ettiği için yapılan birtakım duvar, set ve beton çizgilerin mezarlarla inatlaşmasıdır. Ortaya çıkan manzaralar insana adeta, “bu adam yanlış yere gelip gömülmüş” dedirtiyor, çünkü o setin başka bir yere yapılmasının düşünülemeyeceği dışında seçenek aklımıza bile gelmiyor! Misalen 5 numaradaki set duvarın o lahdin kafası üzerinden geçmek dışında bir inşa şıkkı gerçekten mi yoktu?

Bunlara şahit oldukça, şahit olabildiklerimiz haricinde nelerin yapıldığını düşünmenin geniş bir hayal gücü gerektirdiğine inancımız artıyor.

Aynı minvalde Muhammed Emin Efendi (6) ya da Beyzade Ömer Ağa’nın oğlu (7) gibi zorla mahvedilmiş ve yok yere harcanmış örneklerin Karacaahmet gibi bir deryada yüzde oranıyla ifade edilecek miktarda olduklarını söyleyebiliriz. Kaldırımın kutsallığına en ufak bir zeval getirilmeyip imar (ne demekse) planlamalarında milim değişikliğe gidilmemiş fakat yalnızca yüzlerce yıl ayakta kaldığı için dahi hürmet etmemiz gereken bir kavuklu zatın mezarı hunharca çiğnenmiş (8). Öyle de ironik bir görüntü oluşmuş ki, yürüyenler için yapılan bu yol üzerinde sanki o kavuk bizatihi bir engel teşkil etmiyormuş gibi…

Beton ve kaldırımın yedikleri sadece süslerini göremediklerimiz değil, bazen süslerinin bir kısmını görebildiğimiz için yangınımızı büyütenler cinsinden de olabiliyor. İsmi en sonda yazılı olduğundan parke taşları altında kalan ama kararan kısımdan okuduğumu sandığım Ayşe Hanım’a ait bu örnekte olduğu gibi: 9

10.
10a
10b
10c
11.
12.
13.
14.
15.

Ya da nefis süslemeleri ve pek edebî bir kitabesi olan ama sahibinin adı toprak altında kaldığı için kimliğini öğrenemediğimiz bu örnek gibi: 10. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi bu minvalde örnekler kolaylıkla çoğaltılabiliyor, hezar efsus: 10a, 10b, 10c

Bu mübarek zatın bedenini çiğnerken…

Çok düşündürmesi gereken ama önceki metinlerde de (tıklayınız: 123) vurgulamaya çalıştığım gibi aslında düşünmeye bile vaktimiz olmaması lazım gelen bir manzara, Medine-i Münevvere kadılığı da yapmış Hacı Ali Efendi’nin geniş kavuklu, nadir rastlanacak düzendeki mezar taşının biraz ilerisindedir: Bir vezir-i azam yani Osmanlı’da her an kelle koltukta görev ifa edip her işi layıkıyla yapmanın temsilcisi bir makamın sahibi olan İbrahim Paşa’nın merhume annesinin istiridye süslemeli, kenarları kıvrımlı, dibinde çiçek temsilleri olan nefis mezar taşı, kaçmaya çalışırken meşum beton tarafından kuyruğundan kıskıvrak yakalanmış! (11)

Bostancızade Çelebi Hacı Mehmed Efendi, reis-i meşayihi’l-kurra unvanıyla anılıyor mezar taşında. Yani kurra büyüklerinin başı. Anlayabiliriz ki devrinde Mehmed Efendi merhumdan Kur’an ilimleri hususunda daha ileri derecede bir isim yoktu: Parke taşlarına basıp bu mübarek zatın bedenini çiğnerken düşüneceğimiz yeterlilikte bir bilgi olsa gerek. (12)

Osmanlı’da aynı zamanda bir derece âlim ve arif olmak anlamına gelen cami hocalığı görevi ifa etmiş isimler de mezarlıkta gözlerimin aradıklarındandı. Üç farklı bölgede üç kişiyi göze kestirebildim. Sultanahmet Camii Mektebi’nin hocalarından ikisi, Osman Efendi ve Ahmed Efendi, burada yan yanalar. Mezar yerleri kaybedilmiş, muhtemelen hemen önlerindeki parke döşeli yolun altında kalmış. Kitabelerin bir parça da toprağa gömüldüklerini görebiliriz. (13)

Bir diğer hoca efendi ise bugün Aksaray sınırında kalan Pertevniyal Valide Sultan Camii’nin baş imamı ve aynı zamanda icazetli bir dersiam; yani çarpık bir benzetmeyle bugün için yetkili bir öğretim görevlisiymiş. Ancak mezara gösterilen yoğun bakım ve ilgi, hoca efendinin isminin yazılı olduğu kısmı toprak altında bıraktığından adı okunamıyor. (14)

Laleli Camii’nin kürsü şeyhlerinden Hacı Muhammed Efendi, bundan nerdeyse 200 yıl önce vefat etmiş. Maalesef mezar yeri belirsiz hâle gelmiş ama neyse ki kitabe henüz sağlam duruyor. (15)

Allah bize akıl versin. Bugün Karacaahmet’te istediğiniz tahribatı çok gürültü çıkarmamak şartıyla istediğiniz kadar yapabilirsiniz, kimsenin biraz azarlamak dışında bir şeye mecali olacağını sanmam. Aslında mezarlığa girip şahit olduğum ve size de bir kısmının fotoğrafını arz ettiğim üzere görülüyor ki tahrip edecek o kadar da çok şey kalmış değil. Böyle muazzam ve eşi kat’a bulunmaz tarih hazinesi bir kıymetimiz var ama bunun değeri bilinmiyor demek şöyle dursun, akıl ve izanın kabul etmeyeceği şekilde mahvedilmiş hâlde duruyor. Durumun rezalet olarak adlandırılabileceği makul düzeyden de aşağılardayız. Allah bize akıl versin ama umarım onu da betonla kaplamayız.

Kaynak: http://www.dunyabizim.com/ (Sadullah Yıldız)

bilimdili

Yorumla

Yorum yazmak için buraya tıklayın...