Ord. Prof. Dr. Aydın SAYILI
Avrupa ve Bizans, Batı Roma İmparatorluğu’nun zayıflayıp çökmesi ve Hıristiyanlığın güçlenip yaygınlaşması ile aşağı yukarı koşut olarak, Karanlık Çağın derinliklerine gömülmüştür. Batı Avrupa’nın bilgisizlik karanlığından sıyrılıp kurtulması, İslâm dünyasından aldığı feyiz sayesinde mümkün olmuştur. Yoğun çeviriler yoluyla Batı Avrupa milletlerince İslam dünyasından alınan bu etkide tıp ve felsefe yanında, başta aritmetik, cebir, geometri, trigonometri ve astronomi olmak üzere, o çağın aşağı yukarı bütün bilim dalları yer almaktaydı. Hattâ bunlar arasında müziği de zikredebiliriz.
Avrupa Geç Orta Çağ boyunca İslam dünyasından etkiler almakta devam etmiştir. Örneğin, on altıncı asır içinde Kopernik’in birtakım dolaylı yollardan çift episikl sistemini İbn Sâtır’dan, çaplan oranı 1/2 olup biri diğerine içten teğet olan ve onun içinde kaymadan dolanım hareketi yapan iki çemberden oluşma bir tertibi muhtemelen Nasîruddin-i Tûsî’den ve Batlamyos tipinin zıddına, meridyen düzlemi içinde tespit edilmiş olmayıp düşey bir eksen üzerinde dönebilen tipten bir zâtu’ş-şu’beteyn (paralaktik cetvel) âletini belki de Regiomontanus aracılığı ile Uluğ Bey’in Semerkant Rasathanesi çevresinden öğrenmiş olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca bu ve bunun gibi bazı diğer etkilenmelerin o sırada özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun payitahtı olan İstanbul aracılığı ile gerçekleşmiş olduğu ileri sürülebilir.1
Yine aynı sırada, Avrupa’nın bir çeviri yoluyla İbnü’n-Nefis’in küçük kan dolaşımı keşfinden haberdar olmuş olduğu da bilinmektedir. Geç Orta Çağ boyunca İslam dünyasından ve daha özel olarak Türk İslâm Dünyası’ndan Avrupa’ya olumlu birtakım etkiler gerçekleşmekte devam etmiştir. Ancak, bu etkiler on ikinci asırdan sonra seyrekleşmiş ve münferit konulara inhisar etmeye başlamıştır.2 Oysa on ikinci yüzyılda Batı Avrupa, İslam dünyasından programlı bir etkilenme süreci içine girmiştir. İşte bizi de bu yazıda özellikle ilgilendiren bilim ve düşünüm veya tefekkür faaliyeti, Batı Avrupa’ya İslam dünyasının bu yoğun etkisini mümkün kılan dönemdeki bilimsel çalışma ve tefekkür kesimidir. Yani özellikle on üçüncü asır öncesi bilim ve tefekkürüdür.
Ayrıca şu da var ki İslam dünyasından on ikinci yüzyılda yoğun ve sistemli tercüme faaliyetleri yoluyla aldığı çok önemli etki sonucunda Batı Avrupa’nın kendisi İslam dünyasından bağımsız ve oldukça sağlam temeller üzerine oturan bir gelişme süreci içine girmiş, İslam dünyasını yavaş yavaş geride bırakmaya başlamıştır. Oysa bir yandan da arada büyük bir rekabet ve Haçlı Seferleriyle ifadesini bulup, temeli özellikle dinsel inançlarda yatan amansız bir mücadele de çok değişik şekil ve sahnelerde sürüp gitmekteydi. Bu rekabet ve çekişme ise İslam dünyasını Avrupa’ya kapılarını az çok kapamaya ve Batı Avrupa’nın uygarlık yolunda kaydettiği çaplı gelişmelere sanki sırt çevirmeye yöneltti. Bunun bir sonurgusu, dolambaçlı bir neticesi olarak da artık on sekizinci yüzyıl sonlarında Avrupa gerek bilim, gerek teknoloji ve gerekse ticaret ve askerlik alanlarında İslam dünyasına kıyasla ezici bir üstünlük kazandı. Bu üstünlük o derecede bâriz bir şekil almıştı ki, bilim gibi uluslar arasında tamamen ortak olan bir alanda bile aradaki uçurumu kapatmak gitgide zorlaşan bir sorun halini almıştı.
İşte bu aşamada, biz bir batılılaşma siyasetini benimseyerek uygulamaya, Avrupa ile uygarlık bakımından aramızdaki mesafeyi kapatmaya çalışma işine yöneldik. Batı uygarlığına sistemli bir şekilde ayak uydurmaya teşebbüs cesaretini gösteren ve Batı kültür çevresi dışında olan ilk millet sıfatıyla tarih sahnesine çıkma kararını aldık. Bu Batılılaşma hareketinde en önemli sorun temele Batı biliminin konması sorunuydu. Batılılaşmamızda bu sorunun bilincine, bunun tam bir idrakî içine, ne zaman girmiş olduğumuz meselesi bu sebeple büyük bir önem taşır.
Şimdi bu uzun hikâyenin asıl konumuzu oluşturan erken Orta Çağ bölümüne gelelim. Cebir sözcüğü aslında Mezopotamya matematiğinden kalma bir sözcüktür. Ayrıca Sâmi dillerden çıkma bir kelimeye benzemeyip, anlaşıldığına göre Sümerce menşeli bir kelimedir. Esasen cebir biliminin Milattan önce ikibin yılları sırasında Sümerliler zamanında mevcut olduğu görülmektedir. Böylece bu sözcüğün Türkçeye benzeyen ve anlaşıldığına göre Türkçe ile akraba olan Sümerce kökenli oluşu çok ilginç sayılmak durumundadır. Tuhaf bir tesadüf eseri olarak, bu terimin ve adını teşkil ettiği bilim dalının İslâm dünyasında daha Diophantos’un cebre ilişkin çok değerli bilgiler ihtiva eden aritmetik kitabının Arapçaya tercümesinden önce iki Türk İslam bilgini tarafından canlandırılıp temsil edildiğini görüyoruz. Bunlar Abdülhamîd İbn Vâsi İbn Türk ile Muhammed İbn Mûsâ el-Hârezmî’dir. Bunların ikisi de kabaca Me’mûn zamanında, yani dokuzuncu asrın ilk yarısında yaşamışlardır. Abdülhamîd İbn Türk’ün Hârezmî’den biraz daha önce olup kısmen de Hârûn Reşid’in çağdaşı olmuş olması muhtemeldir.3
Cebir Avrupa’ya Hârezmî yoluyla geçmiştir. Bu ise on ikinci asırda Arapçadan Latinceye yapılan çevirilerin bir sonucudur. Aritmetikte de on tabanlı konumsal sistem veya vaz’î sistem İslam Dünyası’ndan Avrupa’ya geçmiştir. Bunda da Hârezmî’nin büyük rolü olmuştur. Hatta bu yeni hesaplama sistemi bu sebeple El-Hârezmî adının uğradığı bir değişiklik sonucu ortaya çıkan bir sözcükle ifade edilmiş, bu sisteme algorizm adı verilmiştir. Hârezmî bu hesaplama yöntemine Hint hesabı adını vermekteydi. Cebir kelimesi de Hârezmî yoluyla bu matematik dalının adı olarak Avrupa’da tutunmuş ve yaygınlaşmıştır. Bu kelime Hârezmî’nin kitabının adının bir sözcüğü olduğundan cebir sözcüğü bu alanın adı olarak Avrupa dillerine geçmiş orada aynen devam etmiştir.
Tercümeler yoluyla on ikinci asırda Avrupa’nın İslâm dünyasından öğrendiği bilimlerden biri de kimyadır. Cebirde olduğu gibi, kimyada da, bu bilim dalının adı Avrupa’ya doğrudan doğruya İslâm dünyasından, Arapçadan alınmıştır. Kökeninde, kimya sözcüğünün eski Mısırlılardan geldiği anlaşılmaktadır.
İslam dünyasında kimyanın canlanması ve hatta yeni bir hamle yapması, cebirde olduğu gibi, sistemli Yunanca çevirilerden öncesine rastlar. Bu erken devirde sahanın en kalburüstü temsilcisi Câbir İbn Hayyân es-Sufi’dir. Câbir Basralı olmakla beraber, kimyasında Doğu’nun, Çin ve İran’ın etkisi görülmektedir. Bu sonuca bir yandan Câbir kimyasındaki Çin kimyası ile münasebetli görülen iksir fikrinden, öte yandan da bu kimyada belirgin bir yer işgal eden ve daha önceki Helenistik çağ Yunan kimyasında rastlanmayan nışadır maddesinden esinlenerek ulaşılmaktadır. Nışadırın bu kimyada ön koşunda, ön planda bulunuşu İran etkisi olarak yorumlanmaktadır.
Çünkü nışadır Farsçadan alınma bir kelimedir. Fakat, belki daha doğru bir yaklaşımla, bunu, daha geniş Horasan ve Maveraünnehir veya Divânu Lugâti’t Türk ifadesi ile, Çayardı bölgesi etkisi, bir Türkistan etkisi olarak yorumlamak mümkündür.
O zamanlar özellikle Kirman ve Maveraünnehir veya daha genel adla Türkistan yörelerinden elde edilen bu maddeye, yani nışadıra, Çincede verilen ad nao-şa idi. Uygur hakanlarının onuncu asırda Çin sarayına gönderdikleri hediyeler arasında nışadırdan da söz edilmektedir. Demek ki bu madde Türkler arasında iyi tanınmaktaydı ve Çinliler için de makbul bir hediye, bir ithal malı yerine geçmekteydi. Farsçadaki nışadır sözcüğünün kökeni itibarıyla Farsça olmadığı anlaşılmaktadır. Kısmî bir ses benzerliğine rağmen Farsçaya Çinceden geçtiği düşüncesi de fonetik bazı mülâhazalar dolayısıyla muhtemel sayılmaktadır. Aslının Soğutça olduğu düşünülmüşse de bu yoldan kelimenin sonundaki -dır,-tir veya –dur kısmı izahsız kalmaktadır. Türkçesinin çatur olduğuna bakılırsa4 kelimenin Türkçeden geldiği ya da nışadır sözcüğünün oluşmasında Türkçe etkisinin bulunduğu ve Câbir kimyasında bu maddeye verilmiş olan özel önemin Câbir kimyasının temelinde bir Türk etkisinin de yer almakta olduğu ihtimalleri üzerinde durulabilir.
Arapçada kâğıt kelimesinin karşılığı olarak kırtâs kelimesinin bulunmasına karşılık, Farsçada ve bir dereceye kadar Arapçada da kullanılmış olan kâğıt sözcüğü Türkçedir.5 Bu itibarla 750 tarihi sıralarında Semerkant yöresinden İslam dünyasına tanıtılmış ve bu suretle İslam memleketlerinde yaygınlaşmış olan kâğıdın doğuş yeri olan Çin’den İslam dünyasına geçmesinde de Türklerin rolü olduğu anlaşılmaktadır.
İslam Dünyası’nın geometri ve trigonometride, felsefe, mekanik, optik, biyoloji ve tıp alanlarında Batı Avrupa geç ortaçağlarında büyük etki yapmış olduğu, Batı Avrupa’nın Karanlık Çağ uyuşukluğundan sıyrılmasında büyük rol oynadığı görülmektedir. On ikinci asırdaki yoğun çeviri faaliyeti sonucunda, Geç Orta Çağ Avrupası, Aristo ile Platon ve Galen ile Hipokrates ve Batlamyos gibi Eski Çağ Yunan otoriteleri yanında İbn Sînâ ile İbn Rüşd ve Fârâbî, Kindî, Fergânî, Câbîr ve İbn’ül-Heysem gibi bilim adamı ve düşünürleri de otorite olarak kabullenmişler, bunların eserleri de başlıca müracaat kitapları arasında yer almıştır. İbn Sînâ’nın Kaanûn’u on altıncı ve hatta on yedinci yüzyıla kadar Avrupa tıp fakültelerinde ders kitabı olarak kullanılmıştır. Bütün bunlar bilim ve tefekkür tarihlerinde Orta Çağ İslâm dünyasının kalburüstü önemini su yüzüne çıkaracak mahiyettedir. Batı Avrupa, İslam Dünyası’nın üstün uygarlığını doğru bir şekilde değerlendirmiş, bu uygarlıktan bilgi ve tefekkür bakımından yararlanmaya karar vermişti. İslam Dünyası’nın Orta Çağ’ın en üstün uygarlığı haline gelişi ne suretle gerçekleşti? O çağın bu en üstün uygarlığı nasıl doğup gelişti? Bunu kısaca gözden geçirelim.
Peygamberimiz yedinci asır başlarında İslam dinini ilk ilân ettiği zaman Mekke’de okuma yazma bilen sadece on yedi kişi varmış. Bunu dokuzuncu asrın ünlü tarihçisi Belâzurî’den öğreniyoruz. Oysa o sıralar Mekke Arap Dünyası’nın en üstün kültür merkezi idi. Öte yandan da Belâzürî şöyle bir hadîs rivayet ediyor: Peygamber şöyle dermiş: “Biz yazı yazmayı ve hesap yapmayı pek bilmeyen bir toplumuz. Biz ayların uzunluğunu ifade etmek için iki elimizin on parmağını ya arka arkaya üçer defa gösteririz, ya da iki defasında bütün parmakları açarak ve üçüncüde bir parmağımızı katlayarak ellerimizi kaldırırız ve “şöyle, şöyle, şöyle” demek suretiyle ayların uzunluğunu dile getiririz.”6
Hicretten hemen iki yüzyıl kadar sonraları, daha Hârun Reşid’in oğlu Me’mun zamanında bu uygarlık kurma faaliyetinde İslam Dünyası bir hayli yol almış durumdaydı. Artık bu faaliyet rayına oturmuş, verimlileşmeye ve meyvelerini bol bol vermeye başlamıştı. On birinci asra, İbn Sînâ ile Beyrûnî’nin yaşadığı çağa geldiğimizde ise İslam Dünyası, bilginleri ve bilim adamlarıyla, bilim kurumlan ve zenginleşmiş kitaplıklarıyla, dünyada ün salan bir ülkeye dönüşmüş, uygarlık kurma faaliyetinin bir anlamda doruğuna ulaşmış ya da yaklaşmış durumda karşımıza çıkıyor. Atlas Okyanusu’ndan ve Pireneler’den Hindistan ile Tibet ve Çin’e kadar uzanan İslam Dünyası’nın yeryüzünün en uygar toplumu, medeniyet seviyesi bakımından en yüksek camiası haline gelmiş olduğuna tanıklık ediyoruz. Fakat bu uygarlık kurma faaliyeti nereden kaynaklanmaktaydı? Bunu kimler yapmaktaydı ve bunun devindirici, hareket ettirici ögesi, can alıcı etmeni, faktörü ne idi?
Uygarlık ve kültür sadece insana hastır. Çünkü insanın kazandığı tecrübeler ve yarattığı eserler kuşaktan kuşağa, nesilden nesile, intikal etmektedir. Hayvanlar da, teker teker birtakım başarılar gösterebilirler, birtakım yararlı alışkanlıklar kazanabilirler. Fakat hayvan bireylerinin kazandıkları bu başarılar, öğrendikleri bu şeyler onlarla birlikte kaybolup gider. Onlarda sadece kalıtımla, verasetle, kuşaktan kuşağa geçen şeyler kalıcıdır. Bunlar fizyolojik vasıflar ve özelliklerdir, uygarlık ve kültür ise kalıtım yoluyla devam etmez. Bir iki kuşak için mühendislerimiz, bilim adamlarımız, tabiplerimiz, öğretmenlerimiz yetişmese, okullarımız faaliyetlerine ara verse, bugünkü medeniyetimiz durur. Mağara çağına geri döneriz. Uygarlık ve kültür birikimiyle sahip olduğumuz şeylerin insanda ve toplumda sürüp gitmesi öğretim sayesinde mümkün olmakta, öğretim sayesinde güvence altına alınmaktadır. İnsanda eğitim ve öğretimin temelini oluşturan şey ise insan yavrusunun uzunca bir süre ana baba bakım ve ihtimamına muhtaç oluşudur.
Demek ki, uygarlığın temelinde onu oluşturan bir temel öge olarak öğretim ve gelenek kurma özelliği ya da yeteneği yatmaktadır. Bu temel öge, bu karakteristik vasıf, uygarlıkta öğrenilen şeylerin ve kazanılan tecrübelerin kaybolmayarak kuşaktan kuşağa intikal etmesi, edebilmesi durumudur. Fakat, buna karşılık, kazanılmış tecrübelerin ve edinilmiş bilgilerin kaybolup gitmemesi yanında, uygarlığın aynı derecede önemli bir başka ögesi veya temel özelliği de uygarlığın yerinde saymayarak mütemadiyen geliştirilmesi, yeni buluş ve tecrübeler yardımıyla insan çabasının gitgide daha etkili, daha verimli hale getirilmesi, insanın yarattığı maddî ve manevî eserlerin çeşitlendirilmesi ve zenginleştirilmesi sürecidir. Uygarlığın bu ikinci temel ögesi uygarlığın kendi kendini aşabilme, tazeleyebilme yeteneğidir. Uygarlığın bu çok önemli ikinci temel vasfı uygarlığın dinamizm özelliğidir, devingenlik yönüdür; sonsuz terakki ve gelişme kabiliyetidir.
Uygarlığın durağan ve gelenekleri muhafaza edebilme yönü ile devingen ya da dinamik yönünü birbiriyle nasıl bağdaştırabiliriz? Bunlar birbirleriyle tarihin uzun yılları ve çağlar boyunca nasıl bir münasebet içinde bulunmuşlar, birbirleriyle nasıl özleşmişlerdir?
Uygarlıktaki en büyük gelişmeler bilim temeli üzerine oturan, bilimden gücünü alan gelişme ve dönüşmelerdir. Bilim bir yandan teknolojinin yol açtığı maddî değişme ve dönüşmeleri büyük ölçüde temellendirirken öte yandan da görgü ve kavrayış ufkumuzun gelişmesini, manevî hayatımızın sağlam düşünce temelleri üzerine oturmasını sağlar ve böylelikle de manevî hayatımıza, tinsel yaşam ve yaşantımıza, değer yargılarımıza yön vermeye yarar. Bilim sayesinde ve bilime az çok benzeyen ve bilimden çok zaman yararlanan teknoloji etkisiyle insan hayati muazzam değişmelere sahne olmuştur. Oysa insanın tabiatında geleneklerinden ve alışkanlıklarından kopmama eğilimi çok zaman kuvvetle etkili olur. İnsan maceralara, sonu kesin olmayan yeni teşebbüslere girişmekten kaçınır.
İşte bilim, yani sağlam ve güvenilir bilgi, insanın eylemlerinde, faaliyetlerinde, kendini ve girişimlerinin sonucunu kör sınamalara terk etmeyerek girişim ve atılımlarını, geleceğe dönük plan ve projelerini, bilinçli bir şekilde yapmasını mümkün kılar. Böylece bilim insan hayatı için bir değişme unsuru ve çeşitli girişimleri için güven verici bir kılavuz yerine geçer. Bunun bir sebebi bilimin, kendisinin yöntem ve araştırma süreçlerinin özelliklerinde pek değişmeye uğramaksızın da yepyeni sonuçlara, keşiflere ulaşabilmesidir. Bu sebeple bilim, geleneklere bağlılıkla gelişmelere açık olma vasıflarını kendi bünyesinde mezceden, mezcedebilen bir insan faaliyeti türüdür.
Demek ki, bilim geleneklere bağlılıkla gelişmelere açık olma zihniyetlerini uzlaştırıp bağdaştırabilecek en değerli bir uygarlık ürünüdür ve aynı zamanda insana özgü uygarlık kurma yeteneğinin temelinde yatan çaplı bir yönetici, yönlendirici güçtür. Bilim, uygarlığın birbirini tamamlayan ve birbakıma birbirine aykırı görünen iki temel ögesini âhenkli bir şekilde içine alan, içeren bir insan faaliyetidir.
Bilimde düşünce gelişigüzel bir biçimde gelişip etkinleşmez. Bilimde düşünce kesin bir disiplin altındadır. Bu yüzden de bilimsel sonuçlar kolayca bir yana itilemeyen, küçümsenip görmezden gelinemeyen sonuçlardır. Duygusallık bir kişide, bir bölge veya bir toplumda, hatta bir kültürde başarılı olabilir, egemenliğini yürütüp sürdürebilir, etkili itici güç yerine geçebilir. Fakat eninde sonunda duygusallıklar elenmeye, etkinliklerini yitirmeye, bir suretle eriyip kaybolmaya mahkumdurlar. Oysa, nesnel, yani objektif olan bilimsel vargılar, sorumsuz ve keyfi çıkarsamalara esasen kendileri önceden gem vurmuş ve bu gibi sakat sonuçları elemiş bulunduklarından, kendilerini, ister istemez, zamanla kabul ettirmekte, bu yönleriyle çok güçlü olduklarından bunları küçümsemek ve hor görmek temelcek mümkün olmamaktadır. Şayet bunlarda noksanlar ya da hatalar varsa, bunları tashih etmek ve tamamlamak esasen bilimin kendi görevidir ve bilim bunları gönüllü olarak yapar, yapmakta ısrar eder. Oysa bilimin sonuçları çok zaman hiç beklenmedik sonuçlar olabilmektedir. Böylelikle de bilimin statik gelenek ve yöntemleri uygarlığın dinamik yön ve gelişmelerinin kökeni, desteği ve hattâ bir bakıma güvencesi olmaktadır.
İnsan tarihini yaratmada insan kaderini şekillendirmede, büyük insanların, istisnaî mahiyetteki kişilerin, dâhilerin, kahramanların büyük rolü olduğundan şüphe yoktur. Adları tarihe intikal etmeyen, etmemiş olan, büyük kitlelere mensup kişilerin de bu bakımdan, yerine göre, şüphesiz katkıları vardır.
Fakat bunların atılımlar yapıp insanları peşlerinde sürüklemeleri pek söz konusu değildir. Vâkıa büyük insanları yaratan ve onları yetiştiren şey onların kültürel ortamıdır, bağlı bulundukları toplumun oluşturduğu tinsel ve manevî çevrelerdir. Fakat bu ortam veya çevreler yeteneklerinin gelişmesini sağladıkları gibi, bazen ve bazı açılardan bunların gelişimini bu çevrelerin engelledikleri de olur ya da böyle olduğu düşünülebilir. Ayrıca, özellikle tefekkür gibi kamu kesiminde geniş bir yer kaplamayan bir kültür veya uygarlık tezahürü için tek tek büyük insanların öneminin çok belirgin olarak ön plânda olacağı âşikârdır. Bu kesim ancak düşünürlerin sayısının büyüklüğü ve niteliklerinin yüksekliği oranında büyük ve yoğun bir gelişme gösterebilir.
Fârâbî, Bîrûnî ve İbn Sînâ gibi kişiler sayesindedir ki, Orta Çağ İslam Dünyası tefekkür tarihinde, uygarlık tarihinde, şerefli bir yer işgal etmiş, evrensel tarih ölçüsüyle önemli bir aşamayı oluşturmuştur. Fakat bu uygarlık küçük sayıda büyük insanın eseri olmamıştır; olamazdı da. Bu uygarlık büyük sayıda büyük insanın yetişmesi sayesinde gerçekleşebilmiştir. Ayrıca İslam dünyasının gösterdiği büyük gelişme, bu kültür ve inanç dünyamızın muazzam bir coğrafi bölge içinde büyük bir insan topluluğunu, insanlığın büyük kesimini kültürel işbirliği yapmaya elverişli bir ortam içinde bir araya getirmiş olmasından, getirebilmiş olmasından ve bu şartlar altında gösterilmiş olan ortak çabadan kaynaklanmıştır.
Böylece Orta Çağ İslam Dünyası’nın gerçekleştirdiği uygarlık gelişmesi İslam camiasını oluşturan ulusların ve kavimlerin iş birliğinin ürünüdür. Fakat böyle olmamasına rağmen, yine de, Orta Çağ İslam Dünyası’nın çeşitli bölgeleri arasında farklılıklar mevcuttur. Bu büyük başarının gerçekleşmesinde çeşitli bölgelerin katkıları birbirlerine eşit olmaktan uzaktır.
Orta Çağ İslam dünyasında bilimde ve tefekkür alanında gerçekleşmiş olan atılımın, hamlenin, çok büyük ölçüde olmak üzere Doğu İslam dünyasının eseri olduğu görülmektedir. Buna İbn Haldûn da dikkati çekmekte, hattâ bu noktayı önemle vurgulamaktadır. İbn Haldûn’a göre bunda İranlıların, Fars unsurunun büyük rolü vardı. Oysa, bu büyük sayıdaki bilim adamı ve düşünürlerin coğrafî menşei daha ayrıntılı olarak dikkate alınınca İran’ın kendisinin de bir dereceye kadar geri plânda, geri koşunda kaldığı, bu gibi bilgilerin beşiğinin Orta Asya veya geniş anlamıyla Türkistan olduğu sarahatle görülmektedir. Orta Asya ise bir Türk yurdudur; Türklerin ana yurdudur. Bu itibarla, bu uygarlığın, Orta Çağ İslam uygarlığının kurulmasında ve geliştirilmesinde Türklerin rollerinin büyük olduğu muhakkaktır.7
Ayrıca Orta Çağ İslam dünyası uygarlığının ve entelektüel kültürün, tefekküre ilişkin kültürünün başlangıç aşamalarından itibaren oluşturulmasında Türklerin hizmeti geçmiştir.
Yani, Türklerin olumlu katkılarının izleriyle en erken tarihlerden itibaren karşılaşılmaktadır. Başka bir ifade ile Türkler bu uygarlığa sonradan katılmış, sonradan intisap etmiş değillerdir; tersine, bunun ilk yaratıcıları arasında yer almaktadırlar. Bunun bazı ilginç örneklerine bu yazının başlangıçlarında değinmiş bulunuyorum.
On birinci asrın ikinci çeyreğinden başlayarak Doğu İslam dünyası tümüyle Türk egemenliği altına girmiştir. Bununla koşut olarak, paralel olarak, Türkler de Doğu İslam dünyasının çeşitli bölgelerinde yerleşmeye başladılar. Böylece de, bu tarihten itibaren Türk menşeli bilginlerin İslam dünyasının Orta Asya dışında kalan bölgelerinden de neşet etmeleri tabiîdir.
Bir milletin tarihi, yetiştirdiği büyük insanlar ve yarattığı büyük eserlerle en açık, en belirgin ve en dolaysız biçimde şeref ve anlam kazanır. Fârâbîler, Bîrûnîler, Uluğ Beyler, Fatihler, Kanûnîler, Barbaroslar, Yunus Emreler, Fuzulîler, Yusuf Has Hacipler, Kaşgarlı Mahmudlar, Mimar Sinanlar, Katip Çelebiler Türk tarihini süsleyen pırlantalar mesabesindedirler. Bu Türk büyüklerinin bir kısmı devlet adamı, bir kısmı asker, bir kısmı sanatçı, bir kısmı da bilim adamı ve düşünürdür. Özel olarak Orta Çağ Türk büyükleri arasında bilim adamı ve mütefekkirlerin sayısının kabarık olduğunu söyleyebiliriz.
Orta Çağ İslam dünyasında bilimsel çalışmanın devamında ve gelişmesinde hükümdarlar ve vezirler gibi yüksek mevki sahibi kişilerin olumlu rolleri de büyük önem taşır. Çünkü İslam dünyasında bilgiye verilen değer büyük ölçüde faydacılık ilkesine dayanmaktaydı. Özellikle astroloji veya ilm-i nücûm ile simya yani yıldız falı çeşitleri ile ucuz madenlerin altın ile gümüşe dönüştürülmesinin mümkün olduğunu ileri süren kimya dalında ve tabiî olarak, tıbba bel bağlanmakta, bunlardan büyük yarar sağlanacağına inanılmaktaydı. Bu bilim dallarının ya da daha doğru bir ifade ile, bu yalancı bilim dallarının özellikle ilk ikisindeki araştırma faaliyetleri genellikle büyük masraflara ihtiyaç gösterdiğinden, bunların hükümdarlarla, nüfus sahibi ve varlıklı kişiler tarafından desteklenmesi gerekiyordu. Astroloji ile simya yalancı bilimlerdi. Fakat, bunlar astronomi ve kimya bilgisine dayanmak zorundaydı. Bunlarda yapılan araştırmalar astronomide ve kimya alanında yapılan araştırmalardı. Özellikle astrolojideki köklü araştırmalar, astronomi aracılığı ile matematik alanında dolgun çalışmaları ve rasat faaliyetlerini gerektiriyordu. Bu itibarla astronomi çalışmaları bir yalancı bilim olan astrolojinin sahip olduğu itibardan yararlanmak durumundaydı. Bu durum Batı Avrupa’da Kepler zamanına kadar devam etmiştir.
İslam dünyasında naklî bilimlerin, yani Müslüman dini ile yakın bağ kurma durumunda olan fıkıh ile tefsir ve hadis gibi konuların büyük değer taşıdığından kimsenin şüphesi yoktu. Fakat buna karşılık matematiğin çeşitli dallarında, astronomi, fizik ve biyoloji grubundaki bilimlere yani aklî bilimlere ve özellikle felsefeye ilişkin değer yargıları çok değişik olabilmekteydi. Bu durumun tabiî bir neticesi olarak aklî bilimlere bazen kesinlikle cephe alınmış olmasına, hiç değilse bunlara şüpheli gözlerle bakma eğiliminin küçümsenmeyecek ölçüleri bulmuş olmasına rağmen, bu bilim dallarının müntesipleri çoğu kez iktidardaki kişiler ve varlıklı kimseler tarafından genellikle faydacılık ilkesine giren mülâhazalarla desteklenmekte ve teşvik görmekteydiler.
Gerçekten, aklî bilimlerdeki çalışmaların devamı büyük ölçüde bunlara değer veren nüfuslu kişilerin destek ve himayelerinden kuvvet almak ihtiyacındaydı. Türkler ise, Abbasîlerin iktidara geçmesinden, yani bilimsel faaliyetin doğup tomurcuklanmaya başlamasından itibaren İslam dünyasında siyaset, idare ve askerlik alanlarında büyük faaliyet gösterdiler. Özellikle Karahanlılar, Gazneliler ve Selçuklular gibi büyük Türk devletlerinin ve çok sayıda daha küçük Türk devletinin Doğu İslam dünyasında kurulmuş olması bilimsel çalışmaların desteklenip körüklenmesi işinin büyük ölçüde Türkler tarafından gerçekleştirilmiş olduğunu göstermektedir.
Böylece tek tek fertler olarak İslam Dünyası bilim adamları saflarında yer almaktan başka, Türkler gerek bilimsel çalışmaların teşvik ve himayesinde ve gerekse, az sonra işaret edileceği üzere, bilimsel kurumların oluşturulup geliştirilmesinde erken tarihlerden başlayarak, büyük bir katkıda bulundular, bulunmak fırsatına sahip oldular. Nitekim, Türklerin bu katkıyı fiilen yaptıklarına, bunu olumlu bir biçim ve ölçüde gerçekleştirmiş olduklarına somut misalleriyle tanıklık ediyoruz.
Orta Çağ İslam dünyası, bilim ile öğretim ve hayır kurumlarının doğup gelişmesi bakımından büyük önem taşır. Bu çaplı faaliyet doğrultusunda da Türklerin büyük katkısı olduğunu görüyoruz. Bu kurumlar, hastahane ve medreselerdir.
En eski kütüphane kurucuları ve kitapseverler arasında İslam dünyasında Türklerin şerefli bir yere sahip olduğuna tanıklık ediyoruz. Bunlar arasında dokuzuncu asır gibi erken bir çağda Feth İbn Hâkan İbn Gartûc’u ve damadı Ahmed ibn Tulun’u zikredebiliriz. Onuncu asrın ilk yarısı içinde yaşamış olan Ebû Bekr es-Sûlî de ünlü kitapseverler arasında zikredilmektedir. Kendisi zengin bir kütüphaneye sahipti ve bu kütüphaneyi bilim adamlarına ve ihtiyaç sahiplerine açık tutmakta ve onlara büyük kolaylıklar göstermekteydi. 8
Hastahanenin İslam dünyasında gerçek anlamıyla doğmasında ve bir hayır kurumu olma vasfı yanında bilimsel tıbbın tutarlı bir biçimde uygulandığı devamlı ve uzmanlaşmış bir tedavi yerine dönüşerek müesseseleşmesinde Türklerin büyük bir paya sahip olduğu müşahede ediliyor. Nitekim, ilk hastahane kurucuları arasında İslam dünyasının tarih sırasıyla beşinci hastahanesinin kurucusu Feth İbn Hâkan bulunmaktadır. Altıncı hastahanenin kurucusu da Ahmed İbn Tulun’dur. Bunların her ikisi de Türktür. Yine, küçük bir ihtimalle birinci ve kesinlikle üçüncü İslam hastahanesi Bermekler tarafından kurulmuştur. Bermeklerin ise Akhun (Eftalit) kökenli ve Türk olmaları muhtemeldir. Demek ki, İslam dünyasındaki ilk altı hastahane içinde en azından ikisinin Türkler tarafından kurulduğu muhakkaktır. Bunlara ilave olarak bir üçüncüsünün de bir Türk katkısıyla meydana gelmiş olması muhtemel olduğu gibi, bir dördüncüsünün kuruluşunun da Türklere maledilebilmesi, küçük bir ihtimalle de olsa söz konusu edilebilmek durumundadır.
Öte yandan, Ahmed İbn Tulun’la hastahane müessesesinin vakıf gelirleriyle desteklenmesi ve bu suretle uzun ömürlülüğünün güvence altına alınması yoluna gidildiğini görüyoruz. Ahmed İbn Tulun Hastahanesi’nden sonra kurulan ve vakıflı olduğu bilinen ilk dört hastahane içinde üçünün Türk olduğu görülmektedir. Bu hastahaneler de, öte yandan, eskilik bakımından kronolojik sıralanmayı aşağı yukarı temsil etmek durumundadır. Demek ki, böylece İslam dünyasının ilk on hastahanesinden ya da vakıflar dahil, ilk on hastahanesinden, hiç değilse beşi, belki altısı ve hattâ belki de yedisi Türklerin eseri olmuş oluyor. Bütün bunlar gerçekten ilginç bir olayı gözler önüne sermektedir.
Ayrıca İslam dünyasına hastahane müessesesi açısından Hint etkisinin Bermekler tarafından getirildiği görülmekte ve bu etkinin belki de altıncı hastahanenin kurucusu olan Ahmed İbn Tulun tarafından yinelendiği anlaşılmaktadır. Fakat, bu etkiyi Hindistan’dan doğrudan gelen bir etki olarak düşünmek gerekmez. Belki daha da büyük bir ihtimalle, böyle bir etki daha önce Hindistan’dan Orta Asya’ya Orta Asya Türklerine, birden fazla bir yolla geçmiş bir etkinin bu sefer oradan İslam dünyasına geçmesi şeklinde gerçekleşmiş olabilir.
Böylece İslam dünyasında hastahanenin müesseseleşmesinde Türklerin kalburüstü bir katkıda bulunmuş oldukları gün ışığına çıkmaktadır. Bu husus çok büyük önem taşır. Çünkü bu ilk İslam hastahaneleri, anlaşıldığına göre hastahane tarihinde tarih çapında bir aşamayı temsil etmektedirler. Ne eski Yunan, ne Bizans ve ne de Batı Roma İmparatorluğu hastahane bakımından İslam dünyası ile boy ölçüşecek bir durumda olmadıkları gibi, İslam dünyasında hastahane, tarihte ilk kez, bilimsel tıbbın kaleleri haline gelmiş tıp kurumları olarak ortaya çıkmıştır. Bunda Cundişapur’un ve Hint kültürünün olumlu katkısı söz konusudur.
İslam hastahaneleri özellikle Selçuklular zamanında çok yaygınlaşmıştır. Bu hastahanelerde ayrıca, klinik veya serirî tıp öğretimi geleneğinin yerleştiği görülmektedir. Orta Çağ İslam hastahaneleri Batı Avrupa’yı hem mimarî ve hem de klinik tıp öğretimi bakımından etkilemişlerdir. Bu etkileme özellikle on altıncı asırda Batı Avrupa’ya intikal etmiştir. Ayrıca askerî sahrâ hastahanelerinin de Selçuklulardan Haçlılarca öğrenilerek Batı Avrupa’ya intikal ettirildiği anlaşılmaktadır.9
Bilim kurumlarının doğup gelişmesi bakımından Orta Çağ İslam dünyası olağanüstü önemde bir çağdır. Rasathane de, hastahane gibi İslam dünyasında çok olumlu ölçüde geliştirilen, hattâ uzmanlaşmış örgün bir müessese, organize bir kurum olarak ilkin İslam dünyasında ortaya çıkan, doğan önemli bir araştırmalar kurumudur. Amacur Ailesinden baba ile oğul ve yeğenden oluşma bir grup Türk bilgininin 855 ile 933 yılları arasında yaptıkları rasatlar ve astronomi araştırmaları bu bakımdan konumuzu yakından ilgilendiren misaller arasında bulunmaktadır. Amacurların herhalde özel bir rasathaneleri vardı. Bunu sarahatla saptamak mümkün değildir. Sadece rasat aletleri hakkında zamanımıza kırıntılar halinde bir bilgi intikal etmiş durumdadır. Fakat bu bakımdan durum ne olursa olsun, Amacurların bu astronomi çalışmaları İslam dünyasının çok daha geç tarihlerde karşılaşılan en büyük ve gelişmiş rasathanelerindeki program ve çalışmalarla boy ölçüşebilecek uzunlukta bir süreyi kapsadığı gibi bir hayli erken olan tarihi ile de dikkatimizi çekecek mahiyyettedir. İslam dünyası astronomları arasında Türk asıllı olan ya da Türklerin yaşadığı bölgelerden neşet eden başka astronomların sayısı da oldukça büyüktür.10
İslam dünyasında dokuz büyük rasathane kurulmuştur ya da kurulmaya çalışılmıştır. Bunlardan ilk ikisi çağdaştı ve Abbasî halifesi Me’mûn tarafından dokuzuncu asrın ilk yarısında kuruldu. Aslında, bu iki rasathane birbirini tamamlamaktaydı ve biri diğerinin yerini almak üzere kurulmuştu. Böylece, belki de İslam dünyasında kurulmasına teşebbüs edilen büyük rasathane sayısının dokuz değil de sekiz saymak bir bakıma daha doğru olabilir. Me’mûn’un bu iki rasathanesi, içinde daha eski olan Bağdat’ta kurulan Şemmâsiye Rasathanesi, ikincisi ise Şam’da kurulan Kaasiyun Rasathanesi’dir.
Tarih sırasıyla, İslam dünyasının üçüncü büyük devlet rasathanesi onuncu asırda Büveyhî hükümdarı Şerefüddevle tarafından Bağdat’ta kuruldu. Fakat çok iddialı ölçü ve boyutlarda tasarlanan bu rasathane, en büyük âletinin başarılı bir şekilde imâl edilemeyişi yüzünden çalıştırılamadan kaldı. İslam dünyasının dördüncü resmî devlet rasathanesi Selçuklu hükümdarı Melikşah tarafından on birinci asrın üçüncü çeyreği sonunda İsfahan’da kuruldu. Me’mûn’un annesinin Türk olduğu anlaşılıyor. Fakat biz Melikşah Rasathanesi’ni İslam dünyasında kurulan ilk Türk hükümdar veya devlet rasathanesi sayabiliriz.
Bu sekiz ya da dokuz devlet rasathanesi içinde üçü Türkler tarafından kurulmuştur. Bunlardan birincisi hemen az önce zikrolunan Melikşah Rasathanesi’dir. Diğer ikisi ise on beşinci asrın ilk yarısında Uluğ Bey tarafından Semerkant’ta ve on altıncı asrın ikinci yarısında III. Murat tarafından İstanbul’da, Tophane’de kurulmuştur. Büveyhîler İranli sayılabilir. On ikinci asrın ilk çeyreği sonlarında iki Arap Fâtimî veziri tarafından Kahire’de bir rasathane kurma teşebbüsü ile karşılaşıyoruz. Fakat bu teşebbüs başarılı bir şekilde sonuçlanmıştır. Bunlar dışında, İslam dünyasında kurulan iki devlet rasathanesinin ikisi de İlhanlılar zamanına aittir. Bunlardan birincisi çok önemli bir rasathane olup Hulâgû tarafından on üçüncü asrın üçüncü çeyreği sonlarında Azerbaycan’da Merâga’da kurulmuştur. Ötekisi ise yine İlhanlılardan Gazan Han tarafından aynı asrın sonunda Tebriz’de kurulmuştur. Bu iki rasathaneden ilki Türk-Moğol kültür çevresinin malı ve ürünü farz olunabilir ve burada İslam dünyası dışından bir Moğol etkisi faktörü mevcut sayılabilir. Fakat bunların her ikisi de tabiî ki Türk-İslâm Dünyası bilginlerinin eseri idi.
Merâga Rasathanesi İslam dünyasının herhalde Semerkant Rasathanesi ile birlikte en önemli iki rasathanesinden biri sayılmak durumundadır. Tebriz Rasathanesi’nin ise, anlaşıldığına göre, astronomi öğretimi faaliyeti yönü araştırma faaliyeti yönünden daha önemli ve daha ön plânda olmak üzere tasarlanmıştı. Bu rasathane esasen Merâga Rasathanesi’nin faaliyeti sona ermeden kurulmuş bulunuyordu.
Demek ki, kısaca İslam dünyasının devlet veya hükümdar rasathaneleri içinde en büyük ve en önemli olanları, bir başlangıç olarak büyük değer taşıyan Me’mûn’unkilerden sonra, Türklerin ve Türk-Moğol İlhanlı devletinin eseri oluyor. Bunların başında Merâga ve Semerkant Rasathaneleri’ni, ikinci sırada da Melikşâh ve III. Murat Rasathaneleri’ni zikretmek doğru bir sıralamayı temsil etse gerektir.11
Türk-İslam dünyasında ortaya çıkmış önemli bir bilim ve öğretim kurumu da medresedir.
Günümüz üniversitesinin menşei Geç Orta Çağ Avrupasına geri gider. Avrupa Geç Orta Çağ üniversitesinin ise, kuruluşunda medreseden etki almış olması ihtimali üzerinde durulmuştur. Fakat bu durum ne olursa olsun, İslam dünyasında yüksek öğretim müessesesi olarak on birinci asır ortalarında resmî bir hüviyetle ortaya çıkan medrese sistemi Selçukluların eseridir. Ayrıca bu öğretim sisteminin bir Selçuklu öncesi evresine sahip olduğu görülmektedir ki, bu hazırlık devresinde de Horasan va Maveraünnehir veya Kaşgarlı Mahmud’un ifadesi ile, Çayardı bölgesinin yani nüfusunun hiç değilse bir kısmı ve herhalde dolgunca bir kısmı, Türklerden oluşan coğrafi çevrelerin ve Karahanlılar ile Gazneliler gibi Türk devletlerinin etkili oldukları görülmektedir. Böylece İslam dünyasının yüksek öğretim kurumu olan medrese de hemen hemen tümü ile Türklerin bir eseri, İslam dünyası kültür ve uygarlığına Türklerin önemli bir katkısı olarak karşımıza çıkmaktadır.12
Medrese normal olarak, fıkıh öğretimi veren bir kurumdur. Fakat İslam dünyasında özel birtakım medreseler de kuruldu. Bunlar arasında on üçüncü asır başlarında ilk örnekleri görülen tıp medreselerini önemle zikretmek gerekir. Tıp medresesinin on üçüncü asır başında doğmasında da Türklerin etkili olduklarına tanıklık edilmektedir. Fakat bu tıp medreselerinin İslam dünyasında yeterince yaygınlaşamadığı görülüyor.
Anlaşıldığına göre, bunun belki de önemli bir sebebi, vakıf müessesesinin rasathanelerde olduğu gibi, tıp medreselerine intibak ettirilmesinde bazı güçlüklerle karşılaşılmış olmasıdır. Çünkü gerek tıp medresesi ve gerekse rasathane veya astronomi öğretimi ve astronomi alanındaki araştırmalar naklî bilimler faaliyeti alanının dışında kalmaktaydılar ve yine bunlardan hiçbiri bir hayır kurumu sayılamazdı. Her iki saha müntesipleri arasında gayrimüslimlerin sayısı oldukça büyük olabilmekteydi.13
İslam dünyasındaki tıp öğretiminin çok ilginç bir yönü, az önce işaret edildiği üzere, bu öğretimin hastahanelerde hasta yatağı başında gerçeklendirilen bir kısmı, bir bölümü idi. İslam hastahanelerinin bu klinik veya serirî tıp öğretimi yönetiminin, yine az önce işaret edildiği üzere, Avrupa’yı özellikle Rönesans sıralarında etkilemiş olduğu anlaşılıyor. İslam dünyasında bir ara gelişme belirtileri gösteren tıp medreseleri ile Geç Orta Çağ Batı Avrupa tıp fakülteleri arasında kesin bir bağ kurmak pek mümkün görünmüyor. Ancak, böyle bir bağı klinik tıp öğretiminde kurabilmekteyiz. Bu yöntem Avrupada ilkin İtalya’nın Padua Üniversitesine geçmiş, İtalya’dan da Hollanda’ya özellikle Leiden Üniversitesi çevresine intikal etmiş, bundan sonra da Avrupa’da yaygınlaşmıştır.
İslam dünyasında klinik öğretim yöntemlerinin Bağdat’ın Adududdevle Hastanesi’nde başladığını görüyoruz. Fakat bunun bir tesadüf eseri olduğu, bu öğretim yönteminin İslam dünyasında güçlenip yaygınlaşması bakımından Halep ve Sam Atabeklerinden Türk hükümdarı Nureddin Zengî’nin Şam Hastahanesi’nin büyük bir önem taşıdığı özellikle kaydedilmeye değer bir husustur.14
İslam dünyası, bilim ve öğretim kurumlarıyla, kütüphaneleriyle, bilim adamları ve mütefekkirleriyle kurduğu uygarlık sayesinde Orta Çağda yeryüzünün en güçlü ve en saygın topluluğu haline gelmişti. Bu uygarlığın maddî ve manevî baskısı altında kalan Batı Avrupa Hıristiyan dünyası bu üstünlüğün kökeni ve nedenleri konusunda doğru bir teşhis yaparak özellikle on ikinci asrın ikinci yarısı içinde Arapçadan Latinceye yoğun bir çeviri faaliyeti içine girdi ve birçok Arap bilim, felsefe ve tıp eserini Latinceye kazandirdi.
Avrupa’nın bu uyanışı dünya uygarlık ve tefekkür tarihinde, evrensel düşünüm tarihinde büyük önem taşır. Bu uyanış Avrupa’yı Karanlık Çağdan ayırmış, Karanlık Çağı sona erdirmiştir. Avrupa bu uyanıştan aldığı hızla on altıncı asır Rönesansı aşamasına ulaşmış ve Batı uygarlığı bu suretle meydana gelmiştir. İşte bu itibarladır ki, Türklerin de himmet ve katkılarıyla meydana gelip şekillenmiş olan İslam dünyası uygarlığı, İslam dünyası bilim ve tefekkürü, evrensel uygarlık tarihinin, dünya tefekkür tarihinin bir ana aşamasını, kalburüstü bir merhalesini teşkil etmektedir. Demek ki, ayrıca Türklerin Orta Çağ İslam dünyası uygarlık ve düşünümüne, tefekkürüne yaptıkları bu katkı aynı zamanda dünya tefekkürüne yapılmış bir katkıdır; on altıncı asır Rönesansını hazırlayan Batı Avrupa Geç Orta Çağı tefekkürüne yapılmış önemli bir katkı sayılmak durumundadır.
Ord.Prof.Dr. Aydın SAYILI tarafından Atatürk Üniversitesinin tertiplediği ve 7-11 Mayıs 1984 tarihleri süresinde Erzurum’da toplanan Birinci Felsefe ve Sosyal ilimler Kongresi’nde sunulan açılış bildirisi metninden oluşan bu makale, aşağıdaki kaynaktan alınmıştır.
Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Kültür Merkezi, Türk Kültüründen Görüntüler Dizisi, Sayı: I, Ankara, 1985
[1] Bkz., Aydın Sayılı, Copernicus and His Monumental Work, Unesco Türkiye Millî Komisyonu yayını, Ankara 1973, s. 52-53, 92-97.
[2] Bkz., Aydın Sayılı, “Islam and the Rise of Seventeenth Century Science”, Belleten (Türk Tarih Kurumu), cilt 22, 1958, s. 353-368.
[3] Aydın Sayılı, Abdülhamîd ibn Türk’ün Katışık Denklemlerde Mantıkî Zaruretler Adlı Tazısı ve Zaman Cebri {Logical Necessities in Mixed Equations by Abd al Hamid ibn Turk and the Algebra of His Time). Türk Tarih Kurumu yayını, Ankara 196s.
[4] Berthold Laufer, Sino-Iranica, Chicago 1919, s. 503-508; Gerard Clauson, An Etymological Dictionary of Pre-Thirteenth-Century Turkish, Oxford 1972, s.403
[5] Läufer, aynı eser, s. 557-559.
[6] Aydın Sayılı, The Observatory in İslam, Türk Tarih Kurumu yayını, Ankara i960, Arno Press, New York 1981, 21.
[7] İslâm Dünyasının en eski matematikçilerinden biri olan Abdülhamid ibn Türk’ün lakabı onun milliyetini kesinlikle belirlemek durumundadır. Abdülhamid’in torunu da matematikçi idi ve o da Ibn Türk lakabını taşımaktaydı. Arapçada ilk bilimsel ve dolgun sözlük kitabını yazmış olan Ebû Nasr Ismâil el-Cevherî (ölümü 1002) de Et-Türkî lakabını taşımaktaydı. Kendisinden bir kuşak önceki bir yakın akrabası da Cevheri gibi lugatçı idi ve Fârâb’lı idi. Bunlarla ilgili olarak, bkz., Aydın Sayılı, Abdülhamid ibn Türk’ün Katışık Denklemlerde Mantıkî Zaruretler. .., s. 12-14, 85-89; Aydın Sayılı, Fuat Sezgin’in Geschichte des Arabischen Schrifttums adlı kitabının sekizinci cildine tanıtma yazısı, Belleten (Türk Tarih Kurumu), cilt 47, 1984, s. 453-454. Fârâbî’nun milliyetine ilişkin olarak, bkz., D. M. Dunlop, “A Source of Al-Masûdî: The Madînat al-Fâdılah of Al-Fârâbî”, Al-Masûdî Millenary Commemoration Volume> ed. S. Maqbul Ahmad and A. Rahman, Aligarh Muslim University, 1960, s. 69-70; S. M. Stern, “Al-Masûdî and AI-Fârâbî”, Al-Masûdî Millenary Commemoration Volume, s. 40; Muhsin Mahdî, “Al-Fârâbî”, Dictionary of Scientific Biography, cilt 4, 1971, s. 523-525. Beyrûnî’nin milliyetine ilişkin olarak da bkz., Max Meyerhof, “Das Vorwort zur Drogenkunde des Berûnî”, Quellen und Studien zur Geschichte der Naturwissenschaften und der Medizin, Berlin 1932, eilt 3, s. 39-40; Zeki Velidi Togan, “Bîrûnî”, Islam Ansiklopedisi, cilt, 2, 1949, s. 635-637; Z. V. Togan, Umumî Türk Tarihine Giriş, Istanbul 1946, s. 420-421; A. Sayılı, “Bîrûnî” Belleten (Türk Tarih Kurumu), cilt 13, 1948, s. 55-57; A. Sayılı, “Doğumunun ıooo’inci Yılında Beyrûnî”, Beyrûnî’ye Armağan, Türk Tarih Kurumu yayını, Ankara 1974, s. 4-6.
[8] Feth ibn Hakan için bkz., Yâkût el-Hamevî, Irşâdü’l-Erîb ilâ Ma’rifeti’l-Edîb (Udebâ), Margoliouth yayını (7 cilt, 1907-26), E. J. W. Gibb Memorial Series, cilt 6, 1913, s. 116-117; Îbnü’n-Nedîm, Kitâbü’l-Fihrist, Flügel yayını, Leipzig 1871, cilt 1, s. 116-117. Yine bkz., İbnü’n-Nedîm’in Fihrist’i, Bayard Dodge çevirisi, Columbia University Press, cilt 2, 1972, s. 986; Sûlî için bkz., Yâkût, Udebâ, cilt 7, 1926, s. 136.
[9] Ahmed Issa Bey, Histoire des Bimarislans (Hôpitaux) à l’Epoque Islamique, Kahire 1929; A. Süheyl Ünver, Selçuk Tababeti, Ankara 1940; A. Issa Bey, Tartkh el-Bimâristânât fî’l-ïslâm, Şam 1939, s. 161, 163; George Sarton, Introduction to the History of Science, cilt 3, Baltimore 1947, s. 293, 1247-1249; Arslan Terzioğlu, “Ortaçağ Türk-îslâm Hastahaneleri ve Avrupaya Tesirleri”, Belleten (Türk Tarih Kurumu) cilt 34, 1970, s. 133; Aydın Sayılı, “Bizde Tıp öğretimi Üzerine”, Belleten (T. T. K.), cilt 35, 1971, s. 229-234; Arslan Terzioğlu, “Das Nureddin Krankenhaus in Damaskus (gegr. 1154) aus der Epoche der Seldschuken und seine Bedeutung für die Medizin und Krankenhaus Geschichte”, Historia Hospitalium, Heft 11, 1976, s. 59-75; Arslan Terzioğlu, “Die Architechtonischen Merkmale der Seldschukischen, Mamelukischen, und Osmanischen Krankenhäuser und ihre Einflüsse auf die Abendländischen Hospitäler”, Fiflh International Congress of Turkish Art, ed. G. Feher, Budapest 1978, s. 827-856; Aydın Sayılı, “The Emergence of the Prototype of the Modem Hospital in Médiéval Islam”, Belleten (TTK), cilt 44, 1980, s. 279286; Aydın Sayılı, “Certain Aspects of Medical Instruction in Médiéval Islam”, Belleten (TTK), cilt 45/2, 1981, s. 27-42.
[10] George Sarton, Introduction lo tke History of Science, cilt 1, 1927, s. 630; Aydın Sayılı, The Observatory in İslam, konuyla ilgili kısımlar; Aydın Sayılı, “The Importance of the Turkish-Islamic World in the History of the Observatory”, Araştırma, cilt 11, 1979, s. 19-28; International Symposium on the Observatories of İslam (19-23 Eylül 1977), İstanbul, 1980, s. 21-32.
[11] A. Sayılı, The Observatory in İslam; Aydın Sayılı, “The Importance of the Turkish-Islamic World in the History of the Observatory”.
[12] Aydın Sayılı, “Higher Education in Medieval İslam”, Ankara Üniversitesi Yıllığı, cilt 2, 1948, s. 30-71.
[13] Bkz., Aydın Sayılı, The Observatory in İslam, s. 207-211, 216-217.
[14]Yukarıda g’uncu dipnotta kendilerine atıf yapılan yayınlardan A. Issa, A. Süheyl Ünver, ve Arslan Terzioğlu (1976) tarafından yazılmış olanlarda bu konuda ayrıntı bilgisi bulmak mümkündür.
Yorumla