Barbar kavramı, sonradan anlaşılmaya çalışan bir kavramdır. Kavram, günümüzdeki anlam yükü, çağdaş dünya ile birlikte yüklenmektedir. Roma döneminde, Roma’nın dışında kalan milletlere ithafen kullanılan bu kavram, günümüzde anlaşıldığı gibi bir “aşağılama” amacı yüklü bir kavram olarak kullanılmamıştır. Bu kavrama kötü anlamlar yükleyen modern bir bakış açısıyla geçmişi anlamaya çalışanların, aslına bir nevi anakronizm ile yaklaşanların neticesinde oluşmuştur. 3. yüzyıl Roma’sında, nüfusun farklı sebeplerle oldukça azaldığını, bu azalan nüfusa insan unsuruna ihtiyaç duyan Roma çözüm olarak ise “barbar” olarak gördüğü milletleri topraklarına dâhil ederek aşmaya çalışmıştır. Bu insanları, tarım arazilerinin işlenmesinde, orduda yer almalarına kadar farklı farklı alanlara yerleştirmiştir. Modern bakış açısı, tarihi ve tarihteki kült kavramların izahını güç kılmaktadır. “Barbarlık”, Roma dünyası için yalnızca bir kavram değildir. Roma İmparatorluğu’na göre, kendilerinin siyasi varlığını tehdit eden her kavim barbardır. Bu bir çerçevedir ve herhangi bir millet bu çerçevenin içine girebilmektedir. Bunun ortaya çıkabilmesi için iki farklı kültürün karşı karşıya gelmesi gerekmektedir. Biri, diğer kültürün aidiyet alanını tehdit etmeye başlaması ile kavram, “yabancı, öteki, diğeri, kendinden farklı olan” gibi anlamlar yüklenerek o diğer kültürün izahında kullanılmıştır. Eğer bu kültürü tehdit eden diğer kültürün insanları “Ben Romalıyım” derse de Roma, onları da Romalı olarak kabul etmiştir. Romalı olmak demek ise meşru otoriteyi kabul etmektir ve meşru otorite yani Roma’yı Roma yapan unsur ise yadsınamayacak ölçüde önemli ve sürekliliği sağlanmış olan Roma hukukudur. Romalılar ile barbar kavimler arasındaki en temel farklılıklardan biri olan yazılı hukuk sistemine sahip olmalarıdır. Avrupa Hun Türklerinde hukuk sistemi ise sözlü kültüre dayanmaktadır. Bunu, Hun Türklerinden herkes bilir ve uygular. Görülmektedir ki bu onların hukuksuz, kuralsız olduğu anlamına gelmemektedir. Avrupa Hun Türklerindeki hukuk kuralları işleyişi ve onların meclisleri hakkında yeterince bilgi günümüze ulaşmamıştır. Ancak, Asya Hun Türklerinden farklı olmadığı açıktır. Bunun en açık örneği de Priscus’un eserinde görülebilmektedir. Eserde, Attila’nın yanında bulunan ve “logades” olarak adlandırılan görevli bir Hun Türkü’nden bahsedilmektedir.[1] Priskos’un eserinde, Avrupa Hun Türklerinin meclisi hakkındaki bilgiler ise şu şekilde kaleme alınmıştır:
“Çadırımıza döndüğümüz zaman Orestes’in babası gelerek Attila’nın bizi saat dokuzda (öğleden sonra üçte) yemeğe davet ettiğini haber verdi. Davet saatini bekleyerek saat dokuzda Batı Roma elçileri olarak davete icabet ettik. Kapının eşiğinde tam Attila ile karşı karşıya durduk. Oturmadan önce bunların örf ve adetlerine göre Attila’ya selam vermek üzere sâkiler elimize kadeh verdiler. Elimizde bu kadehle oturmadan önce selam verdik. Verileni içtikten sonra yemek sırasında oturmamız icabeden iskemlelere oturduk. İskemleler her iki tarafta ve duvarın yanında idiler. Ortada bir divanda Attila oturuyordu. Arkada bir divan daha vardı. Bunun arkasında ise birkaç merdivenin üzerinde Attila’nın özel dinlenme ikametgahı vardı. Burası işlemeli tül perdelerle süslenmiş ve örtülmüştü. Tıpkı Grekler ve Romalıların düğün evlerine benziyordu. Yemekte en hürmetli yer Attila’nın sağ tarafı idi. İkinci mevkii sol taraf idi. Biz de bu sol tarafta oturduk. Fakat üstümüzde Berichus adlı bir İskit reisi bulunuyordu. Onegesius Attila’nın sağ tarafına oturmuş, karşısında da iki oğlu yer almıştı. En büyük oğlu ise Attila’nın divanında ve belli bir uzaklıkta oturmuş olup babasına saygıdan dolayı gözlerini öne eğmiş bulunuyordu. Hepimiz yerimize oturur oturmaz sâki geldi ve şarap dolu kadehi Attila’ya verdi. Attila bunu alıp sıraya göre ilk adamı selamladı ve şerefine içti. Selamı alan, hemen ayağa kalkıyor ve içinceye kadar veya iade edinceye kadar bir yere oturmuyorlardı. Daha sonra ayağa kalkan şarabı içmeden Attila’ya sağlık diliyor sonra için oturuyordu. Attila’nın şarapçısı gittikten sonra diğer şarapçılar geldiler. Çünkü herkesin ayrı ayrı şarapçısı vardı. Böylece herkese ayrı bir şarapçı şarap ikram etmekteydi. Bu suretle ikinci şahıs ve diğerlerinin şerefine içildikten sonra sıra bize geldi. Bizim şerefimize de içildi. Sonra selam merasimi bitince sakiler çekildiler. Önce Attila’nın hizmetçisi bir tepsi et ile içeri girdi. Sonra da bize hizmet edenler ekmek ve yemek getirdiler. Masalara koydular. Bize ve diğer barbarlara çok tatlı ve leziz yemekler getirildi. Diğer İskitlere ve bize gümüş tabaklarda, Attila’ya ise tahta tabakta et getirmişlerdi. Her cihette mutedil ve kanaatkâr idi. Misafirlere altın ve gümüş kadehler verildiği halde onun kadehi tahtadan idi. Sırtındaki elbiseleri, ayakkabıları, kılıcının kabzası, kılıfı ve atının takımları askerlerininkinden hiç de farklı değildi. Buna karşı diğer İskit komutanlarının bu eşyaları altın ve kıymetli taşlarla süslü göz kamaştırıcı idi. Kendisininki böyle değildi. Yalnız diğerlerinden daha temizdi. İlk porsiyonu yedikten sonra yine önceki gibi herkes ayağa kalkarak Attila’nın şerefine şarap içtik. Bundan sonra tekrar yerimize oturduk. Masamıza başka yemekler getirdiler. Bu yemeği yedikten sonra yine aynı şekilde içtik ve yerlerimize oturduk. Akşam olunca meşaleler yakıldı ve Attila’nın huzuruna iki barbar gelerek, kendi yazmış oldukları Attila’nın kahramanlıkları ve İskitlerin zaferleriyle ilgili şiirler okumaya başladılar”[2]
Avrupa Hun Türklerinin meclis örneği, Roma hukuk düzeninden oldukça farklıdır ve bu durum onlar arasındaki “barbar” kavramının kullanılmasına sebebiyet vermiştir. Yerleşik bir Roma kültürü ile bozkır kültüründen oluşan boy birliklerini kıyaslamak elbette ki doğru olmayabilir. Biri bozkır kültürü şartları içerisinde organize olmayı başarabilen bir devlet iken, diğeri tamamıyla yerleşik bir kültürün devletidir. Hem yapısal hem de içerik bakımından oldukça farklı organize olmuşlardır.
Roma tarihi içerisinde oldukça önemli bir yere sahip olan Marcus Tullius Cicero Roma’nın hukukuyla ilgili şu açıklamayı yapmıştır;
“Hakiki yasa doğayla uyum içinde olan, her şeyin içine dağılmış halde bulunan, değişmez ve ebedi olan, buyurarak (bizi) göreve çağıran, yasaklayarak suçtan alıkoyan doğru akıldır; dürüst, adil insanlara boş yere emir ve yasak getirmez, sahtekâr, suçlu insanlara ise ne emirle ne de yasakla bir etkide bulunmaz. Ne bu yasayı yürürlükten kaldırmak caizdir ne ondan herhangi bir şeyi alıp çıkarmaya izin vardır, ne de tamamen feshedilebilir. Ne senato ne de halk aracılığıyla bu yasaya olan bağlılığımız ortadan kalkabilir; açıklanması veya yorumu için başkasına ihtiyacımız yoktur. Ne Roma’da ne de Atina’ da, ne şimdi ne de bundan sonra başka bir yasa olacaktır; bütün halkları ve bütün çağları bağlayıcı olan ebedi ve değişmez tek bir yasa olacaktır. Bir tek, her şeyin ortak efendisi ve hükümdarı olan Tanrı bu yasanın yapıcısı, yargıcı ve onu teklif eden kişi olacaktır. Bu yasaya itaat etmeyen kişi kendinden kaçmış ve insan doğasını inkar etmiş olur ve her ne kadar genelde kötü diye bilinen cezalardan kurtulsa da cezaların en kötüsünü çekecektir”[3]
Yani bir insanın ya da bir kavmin kendini Romalı olarak görmesi için Roma hukukunda yer alan her kanuna uyması, kanunlara uygun olarak yaşaması ve Roma’ya hizmet etmesi yeterli görülmektedir. Romalılığın dışında kalan, yani Roma hukukunu kabul etmeyenler ise “barbar” olarak adlandırılmışlardır. Bunu, bu tanımla birlikte daha net görmekteyiz ki barbarlığın çıkış noktasında herhangi bir “aşağılama” kaygısı bulunmamaktadır.
Roma’yı diğer çağdaşı devletlerden ayıran belli başlı özellikler; din, hukuk ve kent kültürlerinin gelişmişlik düzeyleridir. Roma halkının önceliği her zaman için Akdeniz ve onu çevreleyen toprakların güvenliğinin sağlanması olmuştur. Dışarıdan bir güç onların hakimiyet alanlarına yaklaşması durumunda, kendi egemenliklerinin, ekonomilerinin, medeniyetlerinin bozulmasından endişe uymuşlar ve bu dışarıdan inanları bir şekilde kendilerine dahil ederek tehlikeyi önlemeye çalışmışlardır. Roma İmparatorluğu, söz konusu coğrafyalarda kim yaşıyorsa yaşasın, orak bir din oluşturulmasından ziyade bu coğrafyada yaşayanların dinlerini, kendi içerlerinde yaşayabilecekleri bir dünya oluşturmaya çalışmıştır.
Dönem kaynaklarına yer alan “barbar” kavramı, üzerinde titizlikle durulmayı gerekli kılmaktadır. Bu, Hegel’in de dediği gibi konuşulan dönemlerin ruhunu okumak için gerekli olan bir durumdur.[4] Geç yüzyıllarda barbarlık kavramı, Avrupa merkezci tarih anlayışı bakış açısıyla bugünkü klasik anlamını almıştır. Klasik olan barbar kavramı yazılı kültüre dayanmaktadır. Roma dünyası ile barbar dünyası arasındaki en büyük ayrımlardan birisi de barbar kavimlerin sözlü hukuka sahip olmasıdır.
Roma halkı, farklı etnik unsurların bir arada yaşadığı, pagan inancına sahip, şehir kültürü ile özdeşleşen insanlardan oluşmaktadır. Roma denince akla ilk gelen unsurların başında, onlardan günümüze ulaşan mimari yapıları ve şehirleri yer almaktadır. Ammianus’un ve diğer Roma tarih yazarlarının, bu “barbar” bakış açılarının altında, yazı kültürünün dışında yatan bir diğer sebep de şehirli insanların, “ötekilere” nasıl baktıklarıdır. İbn Haldun’un izah ettiği “hadarilik” ve “bedevilik” kavramları[5] arasındaki bu çatışma, 4. yüzyıl Roma dünyasında da karşımıza çıkmaktadır. Aslında en belirgin nokta, medeniyetle bedevilik arasındaki ya da kent kültürü ile tam anlamıyla yerleşik olmayanlarla aralarındaki farklılıklardır. Romalı tarih yazıcılarının, Galyalılar’a, Gotlar’a, Avrupa Hun Türkleri’ne, Tuna’nın kuzeyindeki ve doğusundaki milletlere karşı bakış açılarındaki farklılaşmanın en temelinde bu faktörler yer almaktadır. Ammianus’un zihninde de antik dönemlerden itibaren kentli olmayan kültürlere karşı oluşturulan bir takım terminolojik kavramlardan meydana gelen şablon bulunmuş olmalıdır. Bu hali hazırda süregelen şablonun içerisine, kendilerine “yabancı” olan her kavmi rahatça yerleştirebilmektedir.
Ortaçağ’da Barbar dünyanın bu etiketten kurtulabilmesi Hristiyanlığı kabul etmeleri ile mümkün olmuştur. Din, kavramın kırılmasında kilit nokta olmuştur. İnsanlar yavaş yavaş bu dinin gerekli vecibelerini yerine getirdikçe, barbarlık kavramından uzaklaşmışlardır.
Cicero’nun dışında günümüze ulaşan metinlerden anlaşılıyor ki barbarlık kavramı bugün olduğu gibi o dönemde de çeşitli tartışmalara sebep olmuştur. Konuyla ilgili Scipio, Roma tarihinin içinde bulunduğu çağda en mükemmel ve örnek teşkil eden bir devlet olarak görmüştür. Barbarlık kavramı ile ilgili şu cümleleri kullanmıştır. Scipio:
“Romulus’un uyruklarını barbar olarak tanımlayabilir miyiz? Laelius: Eğer Yunanların söylediği gibi Yunan olmayan herkes barbar ise, korkarım Romulus’un uyrukları da barbardı. Ama bu tanım karakterden daha çok konuştukları dil ile ilgiliyse, bu durumda Romalılar Yunanlardan daha fazla barbar değillerdi”[6] yorumlarında bulunmuştur.
Dipnotlar
[1] Kürşat Yıldırım, Hun Tarihi, İstanbul Üniversitesi Açık Ve Uzaktan Eğitim Fakültesi Ders Kitabı, s.204.
[2] Priscus, Attila ve Bizans Tarihi, çev, Turhan, Kaçar, Alfa Yayınları, İstanbul, 2020, s,s.129.
[3]Pelin Atayman Erçelik, Cıcero’da Doğal Hukuk Anlayışı, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Anabilim Dalı Latin Dili ve Edebiyatı Yüksek Lisans Tezi, Danışmanı: Çiğdem Dürüşken, İstanbul,2008, s.62.
[4] Mustafa Cem Oğuz, Hegel’in Woodrow Wilson Üzerindeki Tesiri: Organik Devlet Düşüncesinin Amerika’ya Girişi, Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, cilt 36, sayı 2, 2018, s.85.
[5] İbn Haldun, Mukaddeme, Yayına Hazırlayan, Süleyman Uludağ, Dergah Yayınları, 2007, İstanbul, s.159.
[6]Cicero, The Republic and the Laws , çev., N. Rudd, 2008, New York: Oxford University Press.
Yorumla