Yazan: Yakup Cihat Karahan
Avrupa, özellikle İstanbul’un fethinden sonra ticaret yolları üzerindeki kontrolünü kaybetmesiyle ciddi bir ekonomik buhran dönemine girmişti. Fetihten on yıl sonra, yirmibeş devletiyle saldırdığı Osmanlı Devleti karşısında aldığı ağır hezimet, askeri ve siyasi sahadaki hüsranını ayyuka çıkarmış, bundan sonra da bilhassa siyasi arenada varlık problemi yaşamaya başlamıştı. Şüphesiz bu varlık probleminin kendini göstermesinde, ülkelerin iç sorunlarından en önemlisi olarak temayüz eden, krallar ve derebeyler arasındaki çekişme ve çatışmaları da zikretmek gerekir. İngiltere’nin 1215 Magna Carta Antlaşması’yla birlikte iktidarı kısıtlayarak bir ölçüde tatlıya bağladığı bu çekişmeler Kıta Avrupası’nda halen sürmekteydi.
Yine bu yüzyıllarda Avrupa, veba salgınları başta olmak üzere çok büyük yıkımlar ve doğal kırımlarla mücadele(!) etmekteydi. Tıp alanındaki –Kilise’nin bilim ve araştırmaların önüne koyduğu bariyerler hasebiyle- ilkel bilgi ve yöntemlerle bu büyük çaplı kayıplar engellenemiyor, insanlar yıkıcı ve çıkışsız kaderleriyle başbaşa kalıyordu. Cehalet, yozlaşma, hastalıklar, sömürü ve açlık, kelimenin ak tarafıyla bir “Orta Çağ Karanlığı” tablosu koyuyordu ortaya. Bu tablonun en göze çarpan ayrıntıları sosyal refahın düşüklüğü (açlık), çatışma (kan) ve haybeye ölümlerdi (gözyaşı).
Kuşkusuz Orta Çağ Avrupası’nın en etkin kurumu/gücü Kilise’ydi. “Çift Kılıç Kuramı” olarak bilinen tarihi ve siyasi olgu, bize evrenin mutlak hakimi olan Tanrı’nın yeryüzündeki iktidarını temsil eden birinci kılıcın Papa’ya, ikinci kılıcın ise, başlıca vazifesi Papa’ya hizmet etmek olan Kral’a ait olduğu, dolayısıyla dünya hayatındaki hakimiyet hakkının Kilise’ye ait olduğu (elbette bu durum o dönemde de tartışmalar meydana getirmiştir) bilgisini vermektedir. Kilise, günlük hayatın her noktasında söz hakkına sahiptir. “Özgün günah” dediğimiz, Adem ile Havva’nın, Tanrı’nın yasakladığı meyveyi yemesiyle kendileri ve kendilerinden zuhur eden tüm nesillerin lanetlenmesine sebep olan günah, doğan her çocuğun sahip olduğu ve Kilise’ce kurtulması için hayatını dine, ibadete vakfetmesi gereken günahtır. İktidarını bizzat Tanrı’dan alan Kilise, tek vasfı günahkarlık olan bu insanların hayatına köşe bucak nüfuz etmekte ve uhrevi yaşantının dışında yer alan hiçbir meşgaleyi hoşgörmemektedir. Bunun yanında savunduğu anlayış, dini yaşantıyı da çıkmaza sürüklemekteydi. Ruhban sınıfı evlenememekte, İncil’i Latince okuma zorunluluğu bulunmakta ve İncil’den sadece belli başlı din adamları yorum üretebilmekteydi. Ayrıca kaynak olarak kabul edilen dört İncil, yer yer birbirini tekzip eden, birbirinden farklı kitaplar olarak addedilebilecek metinlerdi.
İşte bu kısırlık ve sıkışmışlık hali, dönemin çalkantılı beyinlerinde daima bir mesele olarak işlemiş ve Rönesans ve Reform isimleriyle tarihe büyük hamleler/açılımlar olarak geçen, sadece din ve sanat alanlarında değil dolaysız olarak ekonomik, siyasi, bilimsel ve sıçramaları tetiklemiş olan zorunlu dönüşümlerin meydana gelmesine sebebiyet vermiştir. Burada, Batı’nın düşünsel dönüşümünde nirengi noktaları olmaları bakımından üzerinde durmak istediğimiz Martin Luther ve özellikle Jean Calvin’e geçmeden önce, yine Katolik Kilisesi’ne yönelik büyük karşı çıkışlardan biri olan Anglikanizm’e kısaca değinmek istiyoruz.
İngiltere Kralı 8. Henry, tahtını devredeceği erkek çocuğu olmadığından, İspanyol hanedanından olan karısı Katherine’yi boşamak istedi. Fakat bu girişim için önce Papa’dan izin alması gerekiyordu ve Papalık o dönem İspanya’nın güdümündeydi. Haliyle istediği izni alamadı. Bunun üzerine 8. Henry, Reform hareketlerinin de etkisiyle, İngiltere Kilisesi’ni Vatikan’dan ayırarak bir nevi millî bir kilise olan Anglikan Kilisesi’ni kurma yoluna girdi.
Katolik Kilisesi’ne karşı en etkin ve geniş çaplı karşı çıkışı ortaya koyan Martin Luther, 1483 yılında Saksonya’da Eisleben kasabasında dünyaya gelmişti. 1507’de papaz olmuş, “ilahiyat doktoru” ünvanıyla dersler vermeye başlamış, özellikle kutsal metinlerin yorumlanmasıyla ilgilenmişti. Görevli olarak gittiği Roma’da Papa’nın dinden uzak yaşantısını görmesi, düşünce dünyasında ciddi etkiler bıraktı. Bunun yanında Papa 10. Leon’un “endüljans” adı altında cennetten arazi satması –bu uygulamanın amacı Saint Pietro Kilisesi’nin inşası için gerekli paranın tedarik edilmesiydi- bardağı taşıran son damla olmuştu.
Luther, Reform’un ilk adımı mesabesinde sayabileceğimiz doksanbeş maddelik tezini Wittenberg Şatosu Kilisesi’nin duvarına astı. Bu tezinde insan ile Tanrı arasında İsa’dan başka herhangi bir insanın giremeyeceğini, kişiyi kurtuluşa erdiren şeyin bizatihi kişinin imanı olduğunu ve günahların bir insan tarafından , hele ki para karşılığında bağışlanamayacağını savundu. Durumdan ciddi rahatsızlık ve endişe duyan Papa’nın ikazlarına rağmen düşüncelerini savunmakta ısrar edince aforoz edildi. Martin Luther kendisine yönelik alınan tedbirler karşısında yılmadı. İncil’in yorumlanmasının kimsenin tekelinde olmadığını savundu ve İncil’i Almanca’ya çevirdi. Ruhban sınıfının evlenme yasağını, manastırdan kaçan rahibe Katherina’yla evlenerek deldi. Din ve devletin ayrı ayrı işlemesi fikrine dayalı laisizmi savundu.
Serdettiği fikirlerle Protestanlık’ın ahlak boyutunu da teşkil eden kapsamlı bir yaşam düzeni ortaya koyarak geniş çaplı bir dönüşümün mimarı olan asıl önemli kişi Jean Calvin’dir. 1509’da Fransa’nın Noyon kentinde doğdu. Babası Noyon piskoposluğunda görevliydi. Paris’te hukuk, ilahiyat ve felsefe eğitimi aldı; İbranice ve Yunanca öğrendi. Aforoz edilen babasının ölümü üzerine temelli Paris’e yerleşti. Reforma yönelik düşünce ve faaliyetlerinden dolayı engizisyondan Basel’e sığındı (1534). 1536’da Kalvencilik’in temel ilkelerinin yer aldığı “Hristiyanlığın Dini Öğretimi” adlı eserini yine burada yayımladı. Yöneticilerinin çağrısı üzerine Cenevre’ye yerleşti. Burada fikirlerini yaymak ve yaşatmak adına genşiş imkanlar buldu. Görüşleri doğrultusunda faaliyet sürdüren bir kilise ve temel okullar kurdu; hergün ateşli konuşmalar yaptı. Düşmanı Michel Servet’i yaktırdı ve diğer muhaliflerini de sürgüne yollattı. Öldüğünde fikirlerinin etki sahası İsviçre’yi aşmıştı.
Jean Calvin, ilk günahla kirlenmiş insanın, imanla, ibadetle vs. değil ancak Tanrı’nın dilemesiyle kurtulabileceğini söyler. Bu meyanda O’nun kader tanımı ortaya çıkmaktadır: Kader, Tanrı’nın kimin kurtulup kimin kurtulamaycağını takdir etmesidir. Tanrı, kurtulaşa erenleri önceden belirlemiştir. Ve Calvin şu üç seçilmiş gruptan söz eder:
- İsrailoğullar: İsrailoğulları, sadece ve sadece Tanrı’nın karşılıksız sevgisi sebebiyle kurtulmuşlardandır.
- Yusuf, Esav ve Efraim’in soyundan gelenler yine seçilmiş olup kurtulamayacak olanlardandır.
- Mesihe iman edenler. Calvin, bunların da istisnasız kurtuluşa ermiş olanlardan olduğunu söylemektedir.
Calvin, lanetlenmiş insan soyunun kurtulma namına elinden hiçbir şey gelmeyeceğini iddia etmiştir. Zira bu, insan iradesi dışında Tanrı’nın önceden belirlemiş olduğu bir ihsandır. Onu ne yaptuğı iyilikler, ne canhıraş kendini verdiği ibadetler, ne imanı ne de papazlar –ve de Papa- kurtarabilir. Ancak… İnsanın Tanrı’nın seçtiği kutlu kişlilerden olduğunu anlamasının bir yolu vardır. İnsanın bu dünya hayatında elde ettiği başarılar onun kurtulmuş olduğunun bir delilidir. Bu bakımdan mesleki başarıyı çok önemser Calvin. Bu uğurda zevk ve eğlencelerden vazgeçilmesini, sadece kara, kazanca, ekonomik yükselmeye odalanılması gerektiğini söyler. Kişi, kendini her türlü meşgaleden soyutlayıp işine vermelidir. Burada dikkat edilmesi gereken önemli husus bunun bir ödev bilinci ile yapılmasıdır. Bu ödeve tercih edilebilecek herhangi bir şey söz konusu olamaz. Çok çalışmalı, biriktirmeli ve biriktirdiklerini de yeni kazançlar elde etme yolunda harcamalıdır. Haftada birgün –pazar günü- kiliseye gitmek yeterlidir. Kar elde etmek için yapılan şeylerden de –mesela acımasızlaşmak gerekiyorsa- pişmanlık duyulmaması gerekir. Çünkü bu etik bir kuraldır. Martin Luther’in faiz konusundaki yasağı da Kalvencilikle, borç zengine verildiğinde mübahtır. Zira, zengin bu parayı kazancını arttırmak için sarf edecektir. Calvin’e göre, Hristiyan kendini kazanca davet eden çağrıya kulak verendir. Bu yüzden mesela meslek değişimi de eğer tercih edilen iş yapılan işten daha fazla kar getiriyorsa yapılmalıdır. Calvin, iş sahipleri dışında işçiler için de şunu söyler: İşçi işinde ne kadar üretkense, yani işverenine ne denli çok para kazandırıyorsa o kadar şanslıdır. Acımasızlaşma, çirkin rekabet ve sömürü gibi olumsuz durumlara yol açabilen bu uygulamaların vicdani boyutunu, elde edilecek başarının nasılsa seçilmiş olmanın delaleti olması düşüncesi teşkil eder.
Max Weber, kapitalizmin oluşumu ve gelişiminde Kalvecilik’in ruhu üzerinde durur. “Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu” eseri bu mesele hakkındaki yorum ve tespitlerinden oluşmaktadır. Weber’e göre, Protestan ahlakı yani Kalvencilik kapitalizmin oluşumunda kilit role sahiptir. Calvin’den sonra Luther’in müminlerinin yerini yaptığı işlerle kendinden emin iş adamlarının aldığını söyler Weber. Kalvinistler, para kazanmayı son derece rasyonel bir biçimde sistematize ederek kapitalizme giden yolu açmışlardır. Bu noktada Avrupalı kapitalistleri Doğu’daki (Osmanlı, Çin, Hindistan) sermaye sahiplerinden ayıran en önemli fark ortaya çıkmaktadır. Avrupalı kapitalistler Doğulu sermaye sahiplerinden farklı olarak, pratik / iktisadi bir akılla yani rasyonalist bir davranışla metodik ve sitematik bir uğraşın içindedirler. Başka bir deyişle kar Doğu’da olduğu gibi araç değil (İslam, Hinduizm veya Konfiçyüsizm paraya Kalvencilikle kıyas kabul etmeyecek kadar az değer verir, yer yer ne kadar önemsiz olduğunu belirtir), amaçtır.