DÜŞÜNCE Tarih

Altın Elbiseli ATAM

Ahsen Batur, Laypanov ve Miziyev’in kitabında yazdığı “Kenar Mahalle Çocukları” yazısında, Arnold Toynbee’nin Londra’da düzenlenen ve 1905’ten 1907 sonuna kadar süren bir konferansta söylediği şu sözlere yer veriyordu:

“Batı sanayi devriminin birikimleri ve modern teknoloji bu bölgeye (Akdeniz’e sınır olan ülkeler ve Orta Asya) girerse ne olur? Eğer bu halklar bilim, eğitim ve kültüre ağırlık verirse ne olur? Eğer bu bölgede yaşayan halklar bağımsızlıklarını elde eder ve kendi servetlerine sahip çıkarlarsa ne olur?

(…) İşte o zaman sömürgeci imparatorluklar sonlarını getirecek bir darbe alırlar, sömürge rüyaları sona erer; imparatorluğun ana damarları kesilir ve Roma ve Bizans imparatorluklarının çöktüğü gibi çöker (Laypanov, Miziyev, 2014: 16).”

Toynbee’nin sözleri yalnız bir endişe ve uyarı değildi. Batı dünyasının sömürgeci düzeni, diğer halkların geri kalmışlığı üzerine inşa edilmiştir. Doğal olarak bu geri kalmışlığı muhafaza veya kontrol etmek de aynı düzenin sahipleri için bir zorunluluk hâline gelmiştir. Toynbee’nin “Ne olur?” sorusuna biz de Batılı gibi soru sorup cevaplayalım:

“Ne yapmalı?

  • Tarihe müdahale etmeli.

Ne yapmalı?

  • Bilim belli bir çizgide tutulmalı.

Ne yapmalı?

  • Diğer milletlere özgüven kaybettirmeli, medeniyetin kaynağı olduğumuzu iddia etmeli. Diller, kültürler, medeniyetler arasında bir hiyerarşi meydana getirmeli ve bunun dışına çıkmaya teşebbüs eden kişi, topluluk ve milletlere aman vermemeli. Aşağılamalı.”

Bu soruyu sonsuz kez tekrar edebiliriz. Soruya vereceğimiz her bir cevap Batı sömürgeciliğinin karakteristiğini ortaya koyacaktır. Gerçi Türkler yalnız Batı sömürgeciliğinin bilime yaptığı yapay müdahalelerden etkilenmez. Çin, Rusya, İran ve Arap ülkeleri de tarihe, Türkoloji bilimine kendince sansür uyguluyor, tarihî gerçekleri çarpıtıyor veya gizliyor. Bilim üslubuyla makyajlanmış makaleler, kolay yoldan bilgiye ulaşıp aykırı çıkışlarla podyuma çıkarak kendini göstermeye meraklı kimselerin silahı oluyor. Böyleleri için diyebiliriz ki emperyalizmin silahı hâline geldiklerini görmeyecek kadar kör, uyarıları dinlemeyecek kadar sağır, hakikate rağmen aynı yola devam edecek kadar menfaatperest olmuşlardır. “Mış” gibi yapan kör, sağır ve menfaatperest bir kişiye “dilenci” deriz. Tatar Türkleri, Ruslardan para alıp hizmete giren ve dinini, soyunu değiştirenlere “yumuşçu” derdi. İşte bilimin yumuşçuları da bunlardır.

Edward Said, Ernest Renan için şu ifadeleri kullanır: “(…) Peki nasıl olmuş da Renan kendisiyle söylediklerini böylesine çelişik bir konumda tutabilmişti? Çünkü bir yanda filoloji vardı: Tüm insanlığı kapsamak, insan türünün birliğini öngörmek ve her insani ayrıntıya değer vermek üzere temellendirilen bir bilim. Ama öte yanda da filolog vardı: Bizzat Renan’ın mesleki ününü borçlu olduğu Şarklı Samilerle ilgili çalışmasındaki o mahut ırkçı ön yargısıyla kanıtladığı gibi, insanları insafsızca üstün ve aşağı ırklara bölen, çalışmalarında zamansallık, köken, gelişim, ilişki ve insani değerlere ilişkin en batıni düşüncelere yer veren bir eleştirmen.” (Said, 2017: 144)

Said’in tespiti çok yerinde olmakla birlikte ne hikmetse Şark’ın kendisi bununla çok fazla ilgilenmemiştir. Zihniyetine aşılanan aşağılık kompleksiyle Paris’in kürkçü dükkanlarına, Londra’nın mücevheratına dair hayal kuran, hayranlık besleyen kimseler için Renan ve onun gibileri insanlığı birleştirecek bilgeler olarak görmek bir görevdir çünkü. Öte yandan Fransız, Alman, İngiliz müzelerindeki eserlerin, dükkanlarda satılan mücevheratın sömürülen şarktan getirilmesi tuhaf bir cilvedir. “Tuhaf bir cilve” deyip yadırgasak da aslında koyunların kasabın bıçağına olan sevdasını hepimiz biliriz. Boş kafalara vurmakla bir perküsyona vurmak arasında pek fark yoktur. Davula vurup gelen sesten haz duyan bir müzisyen gibi, sömürdüklerinin boş kafasına vurup verim almakta ustalaşmış Batı’yı hayranlıkla alkışlayanlar vardır.

Said, Renan ve zihniyetini yerden yere vurur. Haklıdır da. On sekizinci yüzyılın burnu havada Avrupalı baronları daha çok sömürebilsin diye çalışan sözde bilim insanları, sözde filozoflar insanlıktan çok şey alıp götürmüştür. Sorulması gereken asıl sorulardan biri şudur: Birkaç asır önceye dayanan ve gerçeklikten uzak, ütopya üzerine kurulu üstün Arî ırkına dair uydurma tezler, bugün neden en çok zarar verdiği topluluklar tarafından kullanılıyor? Neden günümüz arkoloji, tarih, dil bulguları bu uydurma tezler dahilinde değerlendiriliyor? Örneğin, Doğu Türkistan’da ortaya çıkarılan bir mumya, üzerinde doğru düzgün araştırma yapılmasına bile fırsat verilmemişken bazı kafalar tarafından Hint-Avrupalı kabul ediliyor? Nasıl oluyor da Hint-Avrupa merkezli düşünenler Altın Elbiseli Adam’a kadar el uzatabiliyor?

“Dünya Türk mü?” başlıklı yazımın bir noktasında özetle şöyle yazmıştım: Türkiye’ye sonradan geldik, Kafkasya’ya gidelim. Buraya sonradan geldik, Türkistan’a gidelim. Türkistan’a sonradan geldik, Doğu Türkistan’a ve Sibirya’ya gidelim. Buralarda ise hiçbir zaman olmadık, çünkü biz aslında yokuz (!). Bütün arkeoloji haberleri sonrasında kendi kendime hep böyle söylenirim.

“Evet, Altın Elbiseli Adam var. Ancak hangi medeniyete ait olduğu belli değil.”

“Lolan Güzeli denilen mumya Türklere değil, Hint-Avrupalılara ait. Evet, bu dediğimize ciddi ciddi inanıyoruz.”

Batur, yukarıda bahsettiğim yazısında aynen şöyle diyor: “On dokuzuncu yüzyıl başlarına kadar ne ‘Arî’ kelimesi bilinirdi, ne de ‘Arya’ ve ‘Aryanî’.” Arîlerin üstün ırk olduğu uydurmasını çürütenlerin başında ise Michel Danino geliyordu. Bizzat Hindistan’a yerleşip Hint-Avrupa tezinin sahtekârlığını ortaya çıkaran Danino şöyle demektedir: “Vedalarda geçen ve Mahabbharata döneminden kurumuş olan Sarasvati nehri, son yıllarda adamakıllı incelendi. Bu nehrin yatağının Rig-Veda’nın yerleştiği yerde (Yamuna ile Sutlej arasında) izleri bulundu ve nehrin milattan önce 1900’lerde kuruduğu tespit edildi. Hâlbuki Rig-Veda altmıştan fazla yerde bu nehirden bahseder. Rig-Veda’nın Hindistan’a M.Ö. 1500’lerde gelen Aryanîler tarafından yazıldığı söylenir ama Aryanîlerin geldiği dönemde bu nehir uzun bir zamandır yoktu!” (Laypanov, Miziyev, 2014: 9; 15).

“Dürüst, canlılara zarar vermeyen insan” demek olan Arî’yi “üstün ırk, beyaz efendi” gibi uydurma anlamlara çevirerek olmayan bir millet, olmayan bir ırk yaratan Hint-Avrupa uydurmacıları, yavuz hırsız misali diğer milletleri tarih ve medeniyet sahnesinde yok saymaya ya da yer biçmeye kalkmıştır. Bütün yalanlar gibi bu da hakikatin pençesiyle yok olup gidecektir. İnsan, aklına geçirilmiş bu prangalardan kurtulmadıkça hakikate ulaşamaz.

Bu uydurmalara kanmayıp aklına kelepçe takmayanlara “faşist”, “siyasetçi” gibi ithamlarda bulunmak işin kolay ve işgüzar yönüdür. “Bütün dünya Türk mü” gibi konuyla ilgisi olmayan çıkışlarla ses bastırmaya çalışmak da aynı şekilde kolaycılıktır, işgüzarlıktır. Oysa Hint-Avrupa tezi bas bas bağırarak insanlığı aşağılamakta, belli odakların sömürgeciliğine meşruluk kazandırmaktadır. Eğer bakmak yerine görmeyi tercih ederseniz Indiana Jones’un bir kahraman değil hırsız olduğunu fark edersiniz.

Bugüne kadar yalnızca eleştirdiğim Hint-Avrupa yanlısı tutumlara, Altın Elbiseli Adam’a göz koyulmasıyla savaş açtım. Meramını karnında saklayıp dilinden gelenlerle boşboğazlık yapanların türlü kılıklara girerek hırsızlık yapmasına göz yumulamaz. Gerçeğe ulaşmak isterken tarafsız, iyi niyetli yaklaşım sergilemek ne kadar doğruysa ulaşılan sonuçları cesurca haykırmak da o kadar samimidir. “Aman bizi tefe koyarlar” diye endişe edecek, kendimizi kasacaksak hakikat konusunda samimi olamaz, bilim dünyasına da Türkoloji’ye de hizmet edemeyiz.

Ulaştığımız her sonuç doğru olacak diye bir şey yoktur. Biz sömürgeci olmadığımız, herhangi bir yere hizmet etmediğimiz için kendi gerçeklerimizi başkasına dayatmıyoruz. Bilim üslubunun arkasına yerleştirilmiş sahtekârlıkları görmek zorundayız. Sanatın toplum için olanı varsa bilimin de millet için olanı vardır. Kimseye faydası olmayan bilgi sistemiyle vitrine konmuş süs eşyası arasında fark bulamıyoruz.

Eğer Mehmed Emin Zeki’nin yaptığı gibi “olmayan kaynakça” gösterip sahtekârlık yapsaydık genç ve parlak bilimciler olarak ululanırdık. Mehmed Emin Zeki, “Kürd ve Kürdistan Ünlüleri” kitabında güya İbrahim Peçevî’ye dayanarak Ebusuud Efendi’nin Kürt olduğunu iddia etmişti. Dr. Bekir Sıtkı Baykal’ın Peçevî üzerine çalışması, Ahsen Batur’un orijinal metni incelemesi sonrası verilen kaynakta Ebusuud’tan Kürd olarak bahsedilmediği, sadece fizikî yapısı, karakteri ve alimliği üzerine bilgiler verildiği tespit edilmiştir (Batur, 2019: 20).

Sondan eklemeli bir dil konuşan Medleri sırf doğuda varlık göstermiş bir devlet olduğu için Kürdlerin atası olarak gören; Mikenleri (Aka) Yunanistan’da kurulduğu için Grek / Yunan atası olarak gören anlayış, Altın Elbiseli Adam’ı Türklerin atası olarak kabul etmekte güya bilimsel tereddüt gösteriyor. Türk adının Altın Elbiseli Adam döneminde olmadığından dem vuranlar Miken döneminde Yunan var mı yok mu, diye düşünmüyor bile. Lolan Güzeli gibi Türk olur mu, sorusundan yola çıkan ve işine geldiğinde genetiği yok sayan, ırkların uydurma olduğunu vurgulayan anlayış, şu fotoğraflara bir göz atmalıdır:

Bir tarafta Miken (Aka), diğer tarafta Kıpçak. Lolan Güzeli’ni sahiplenme mantığıyla biz de “Miken Yakışıklısı”nı mı sahiplenelim? Diğer yandan Aka uygarlığının “Hint-Avrupa göçebesi” olduğu birçok kaynakta geçmektedir. Merak ettik: Mikenler de (olmayan) Sarasvati’den geçip bir kısrak başı gibi uzanan diyarlara mı göç ettiler? “Hint-Avrupa göçebesi” de ayrı bir meseledir. Türkler başta olmak üzere birçok medeniyeti göçebelik üstünden aşağılamaya kalkan anlayış işine geldiği zaman göçebeyi de Hint-Avrupalı yapıveriyor.

Şimdi gelelim Altın Elbiseli Adam’a.

İskitlere “İskit” (Skolot) diyenler, Heredot’a göre Yunanlılardı (Süleymanov, 2016: 174).[1] Geçmişten günümüze Batı literatüründe İskit, Hun ve Türk adları eşdeğer olarak kullanılmıştır. Menandros Protektor ve Theophylaktos Simokattes’in kayıtlarından Macar kaynaklarına kadar böyle bir gerçek ortada durmaktadır. Ne var ki İran, Sovyet, Çin, Avrupa ve ABD ile bunların Türkiye’deki gizli bürokratları (!) İskit konusunda diretip durmaktadır. Yazılı kaynaklarda at sütü içtiği, şaraba kan damlatıp ant içtiği yazılı bir medeniyeti ısrarla Hint-Avrupalılara bağlamaya çalışmak nereden bakılırsa bakılsın sahtekârlıktır. Çok geniş bir coğrafyaya yayılmış bir medeniyetin %100 Türklerin atalarından oluştuğunu iddia etmekle Osmanlı devletinin aynı ölçüde Türk olduğunu öne sürmek aynı şey olacaktır. Bu noktada birtakım “Hint-Avrupalı” (?) unsurları İskitlerin aslı saymak mantık hatasıdır.

Eski Ahit’te yer alan Yeremya kitabı, Babillere bela olarak gönderilen İskitlerden şöyle söz etmektedir: “Rab diyor: Birbiriyle anlaşmış büyük ulusları kuzeydeki topraklardan kışkırtıp Babil’in karşısına çıkaracağım. Babil’le savaşmak üzere karşısına dizilecek, onu kuzeyden ele geçirecekler. Okları usta savaşçı oku gibidir, hiçbiri boş dönmeyecek. Kildan ülkesi yağmaya uğrayacak. Onu yağmalayanlar mala doyacak. Ey mirasımı yağmalayan sizler! Madem sevinip coşuyorsunuz. Babil’in çevresinde savaşmak üzere dizilin ey bütün yay çekenler! Oklarla saldırın ona, oklarınızı esirgemeyin! Çünkü o, Rabbe karşı günah işledi.” (Süleymanov, 2016: 165).

Böyle bir metnin kimlerden bahsettiğini itiraf etmek için 552’den veya 1299’dan sonra mı yazılmış olması gereklidir? Bu kavmi hangi akıl, hangi sınır tanımazlık bu metinle Yunanlıları vb. bir halk arasında bağ kurabilir? Ömrünü Türklerin yalnızca yay çekip yağma yaptığı, barbar olduğu iftirasına adayanlar için böyle bir bağ söz konusu olabilir. Böyle çelişkili bir tutum ancak onlara yakışır. Nasıl olsa gerçeği haykıranlara “faşist”, “siyasî”, “bilim dışı” ithamlarında bulunmak kolaydır.

1969 yılında, Kazakistan’ın Yedisu bölgesinde, Naymanlardan Bekin Nur Muhammed, bir inşaat çalışması için yapılan kazı sırasında Altın Elbiseli Adam’ı buldu. Kendi anlatımına göre elbiseyi tutup kaldırdıkları anda içindeki ceset toza döndü. Altın Elbiseli Adam, kurgan hırsızlıklarının sık yaşandığı bir bölgede sanki bilerek saklanmış gibi, dürüst Bekin Nur Muhammed’i görünce emanet olarak kıyafetini, çanağını, yüzüğünü bırakıp Tanrı beldesine gitmişti. Turgay Tüfekçioğlu ve Arslan Bulut bölgeye gittiğinde, Bekin Nur Muhammed soydaşlarını sevinçle karşılayacak, keşfini gururla anlatacaktı.

Altın Elbiseli Adam’ın zırhında; leopar, pars, kartal, koç, geyik, dağ keçisi, at ve kuş motifleri yer almaktaydı. Bunlar Türk sanatının, Türk kültürünün aşina olduğumuz figürleridir. Altın Elbiseli Adam’la birlikte Türkologların üstündeki yazıyı çözmek için çalışma yaptığı bir emanet daha:

Altın Elbiseli Adam’ın kimin atası olduğu yönünde güya şüpheleri olan, bir kesinlik bulunmadığını iddia eden kimseler ne bilimseldir, ne akl-ı selim düşünmektedir. Altın Elbiseli Adam’dan Hint-Avrupalı da, Çinli de çıkmaz. Tabi her zaman olduğu gibi tarihî gerçeklerden uzak film ve diziler çekilirse başka… O zaman bütün dünya masallara inanmaya devam edebilir.

Altın Elbiseli Adam’ın kurganından Türk yazısı çıkması da kimileri için bir şey ifade etmeyebiliyor.[2] Her konuda şüphecilik maskesine sığındıkları ancak bu maskeyi yalnız Hint-Avrupa ütopyası için çıkardıkları için Türk yazısına da burun kıvırıyorlar. Akıl ve mantık, dolayısıyla bilim, bu yazıya “runik” demeyi reddeder. Bu çok nettir. Bir yazının dünyanın pek çok yerine yayılması onu kökeni bakımından “gizli” (runik), “belirsiz” yapmaz. İşte bugün Latin alfabesi dünyanın birçok yerine yayılmış bulunuyor. Bugün kamera vb. teknoloji olmasaydı, Batı dünyası gerileseydi ve 1000 yıl sonra Latin alfabesine dair bulgular ortaya çıksaydı ona “runik” diyecek miydik? Türk yazısının karakteristiği Türk diliyle tam bir uyum içindedir. Bu yazının İskandinavya’da bulunması yalnızca Türk yazısının yayıldığı sahaları gösterir, “runik” olduğunu değil.

Bu konuda çok küçük bir örnek: Mehmet Turgay Kürüm, yıllar önce “okunamayan” İskandinav yazıtlarını Türkçe okuduğu zaman yerli ve yabancı – özellikle İskandinavyalı – bilim insanları tarafından büyük ilgi ve destek gördü, makaleleri Türkler ansiklopedisi gibi kaynaklarda yer aldı. Türkiye’de bir arkeolojik kazı yapılınca Yunan vb. milletlere mâl etmek için sıraya geçen, aynı keşfi her sene yeniden satan “entelektüel” tayfa kendisinden uzak durdu. Neden? “Neden” diye sormak sizi bilim dışı bir noktaya taşıyabilir. Ciddiye alınmayabilirsiniz. Bu ülkede bilim iplerini elinde tutanların koyduğu gizli bir kanun, ciddiye alınmak ya da ululanmak için Hint-Avrupa tezlerini kabul etmektir. Bu da dolaylı yoldan siyasî nedenlere, sömürgeci tahakkümün sürdürülmesi amacına dayanır. Bilimle bir ilgisi yoktur.

Eski Türk şehirlerini, madenlerini bulan Okladnikov gibi bilim insanları, eserlerinin sansürleneceğini bildiğinden bunları İskitlere, İskitleri de Hint-Avrupalılara dayandırıyordu. Onlarınki “faşist” zihniyete sahip bir idarenin tutumundan kaynaklanıyordu. Sovyetler yıkılmış, bu kadar zaman geçmiş. Birçok Rus araştırmacı bile o devrin hatalarını, sansürlerini telafi etmeye, Türkoloji’ye verilen zararları gidermeye çalışırken Türkiye ve diğer Türk yurtlarındaki sansürcü tavrı anlamak mümkün değildir. Karşıt düşünceler her zaman olacaktır, olmalıdır da. Ancak hakikati bulmak için hakikat inkâr edilmez. Önce bunu bilmek gerekir. İkinci olarak da şunu bilmek gerekir: Bildiklerimiz bizi kibirlendirmemeli, asıl amaçtan uzaklaştırmamalıdır. Amaç gerçeğe varmaksa bırakalım gerçek kendini göstersin. Amaç şahsımızı yüceltmekse o zaman bu amaca sahip olanlar bizden uzaklaşsın.

Murad Adji şöyle yazmıştı: “Altay’da, Ulalı Nehri kıyısında ünlü Rus arkeolog Profesör A. P. Okladnikov, 1960 yılında Rusya’daki en eski kervansarayı bulmuştur. Bu 2000 yıllık bir kervansaraydır. İşte o tarihten başlayarak Fin-Ugor, Kore, Türk ve diğer halkların oluşmasına temel teşkil eden bir kültür teşekkül etmeye başlamıştır.”

Devam ediyorr: “A. P. Okladnikov, keşif çalışmalarını çok zor şartlarda yapıyordu. Çünkü sansür heyetleri, köpek balığı gibi, bilim denizindeki her akımı gözetliyordu! Türk kültürü hakkında söz söylemek kesinlikle yasaklanmıştır. Ama ‘mecaz’, dolaylı ifadeler ve ima için kapı açık unutulmuştu. ‘Altay’ ve ‘Sibirya’ medeniyetleri ancak böyle ortaya çıkabilmiştir.” (Adji, 2016: 28).

Eğer Rusya’daki arkeolojik kazılar bu kadar sansüre uğramasaydı, Avrupalıların Ümit Burnu’nu keşfetmesinden sonra bilimde gelişmelerine odaklanan ve sömürgeci maksatlarından söz etmeyenler, kavimler göçünün de yalnız kıtlık değil bilimde ilerlemenin bir sonucu olduğunu akıl edebilecekti. Ne var ki bunun fark etmek için illa bir bulgu gerekmez; mantık kullanılarak bir tezi eleştirebilir veya kabul edebilirsiniz. Avrupa’nın fakirlikten, geri kalmışlıktan kurtulup coğrafî keşifler yoluyla ve bilimdeki gelişmelerle dünyaya açılmasından nasıl bir bilim tarafsızlığıyla söz ediliyorsa kavimler göçünün de kıtlık ötesi gerçeklerine biraz kafa yormak gerekmektedir.

Fantastik bir şekilde hiçbir dayanak olmadan çeşitli toplulukların ve devletlerin Hint-Avrupa tezine bağlanması için yeri geldiğinde “geçiş kapıları” uyduruluyor. Doğu Türkistan’a ulaşmak için Kırgızistan bir kapıysa elde yeterli delil bulunmadan “Tohar” medeniyeti üstünden bir geçiş kapısı açılıyor. Onca delile rağmen İskit medeniyetinin Türklerle bağlantısı inkâr edilir veya deliller yetersiz bulunurken tıpkı siyasette olduğu gibi tarih konusunda da bir “fait accompli” (oldu bitti) yapılıyor ve tek bir delille koca bir medeniyetin önce varlığı ispat ediliyor, ardından o medeniyetin Arî olduğu öne sürülüyor.

On dokuzuncu yüzyıl başında ortaya çıkan “Arî” hayaleti, sömürgeci devletlerin kendilerine meşruluk kazandırmak için uydurduğu bir yalandan ibarettir; “büyüklere masallar” niteliğindedir. Ancak bu masal çok can yakmıştır. Afrikalı insanları tutup Avrupa’ya, Amerika’ya getirerek “insan sirki” kurup sergilemek hangi psikolojinin ürünü olabilir? Afrika, Hindistan, Çin, Türkistan ve dünyanın birçok yerinde sömürge medeniyeti kurmak ve kurulan medeniyeti meşrulaştırmak için Avrupalıları, Amerikalıları “yüksek” kılacak, yaptıklarını hoş görmeye, tabiri caizse onları “efendi” yapacak bir masala ihtiyaç vardı. O ihtiyacı M. Ö. 1900’de kurumuş Sarasvati Nehri ile bir güzel suladılar.

Yazılacak, çizilecek çok şey vardır. Yazacağız, çizeceğiz. Daha fazla yazıp daha fazla çözeceğiz. Ne kadar sorun varsa hepsinin üzerine eğileceğiz. Şimdilik bu “bilim dışı” yazıyı burada noktalayalım ancak son sözümüzü söylemedik. Bakın asırlar öncesinden Jordanes ne yazmış:

“Okuyucu, bil ki, büyüklerin yazdıklarına uyarak, ben engin çayırlardan ancak çiçeklerden çok azını toplayıp kendi aklımın ölçüsüne göre bir çelenk yaptım. Ama hiç kimse, köklerim anılan kabileden olduğu için, okuduğum ve bildiğim bazı şeyleri onun çıkarına kullandığımı düşünmesinler. Bu insanlar hakkında yazulan veya söylenen şeyleri tam kapsamasa bile, ben burada onların şöhreti ve şerefini değil, onları yenenlerin şanı ve şerefini ifade etmeye gayret etmekteyim.”

Bundan sonra Hint-Avrupa ütopyacılarına “Jordanes ekolü” diyebiliriz.

Birçok Altın Elbiseli Adam bulundu. Bunlarla ilgili kadına mı, erkeğe mi ait olduğu yönünde araştırmalar yapılmaktadır. Çok sayıda bulgu olduğu için bunların bir kısmının kadınlara, bir kısmının erkeklere ait olduğunu düşünmek doğru olabilir. Biz, asırlar öncesinde İbni Battuta’yı şaşırtan ve kadınların erkeklerden üstün olduğunu düşündürten anlayıştayız. Töremizi muhafaza ediyoruz. Kadınsa da erkekse de Altın Elbiseli ATAM demeye devam edeceğiz.

Kaynakça

Adji, Murad (2016). “Avrupa Türkler ve Büyük Bozkır Kıpçaklar”, Çeviren: Zeynep Bağlan Özer, Doğu Kitabevi, İstanbul.

Batur, Ahsen (2019). “Kürdoloji Yalanları”, 2.Baskı, Selenge, İstanbul.

Ercilasun, Ahmet Bican (2019). “Bilinmeyen Metinlerin Çözülmesi Kapsamında Teorik Bir Yaklaşım ve Altın Elbiseli Adam Yazıtı İçin Bir Okuma Denemesi”, 24.06.2019, https://millidusunce.com/misak/bilinmeyen-metinlerin-cozulmesi-konusunda-teorik-bir-yaklasim-ve-altin-elbiseli-adam-yaziti-icin-yeni-bir-okuma-denemesi/

Laypanov, Kazi T. ve Miziyev, İsmail M. (2014). “Türk Halklarının Kökeni”, Çeviren: Hatice Bağcı, 3.Baskı, Selenge, İstanbul.

Said, Edward W. (2017). “Şarkiyatçılık Batı’nın Şark Anlayışları”, Çeviren: Berna Yıldırım, Onuncu Basım, Metis, İstanbul.

Süleymanov, Olcas (2016). “Tarih Öncesi Türkler Kadim Türk Dillerinin ve Yazılarının Kökeni Hakkında”, Çeviren: Azad Ağaoğlu, Teas Press, İstanbul.

[1] Omelijan Pritsak, bu adın Latin kaynaklarındaki “Sklav” şeklinin Türkçe “sakla-” geldiğini düşünmektedir. Muhtemelen Doğu Slavlarının İskit hakimiyetinde olduğu bir zamanda “korunan, saklanan kavim” anlamında kullanıldığını düşünmüştür.

[2] Yazıyı kimileri Haroşti alfabesiyle ve Hoten Sakacası ile okuyor. Kimileri Türkçe okuyor. Kasedeki alfabe Haroşti alfabesine çok benzemese de bir şeyi belirtmekte fayda vardır. Bugün mezar taşında Arapça dua yazıyor diye bir Türk, Arap olmuyorsa bu kasedeki yazının dilinin Türkçe olmaması da Sakaların soyu hakkında kesin bilgi vermez. Kaldı ki Türkçe okuma yapan ve özellikle “azık” kelimesi üstünde duranların sayısı daha fazladır. Ercilasun, kasedeki yazıyı Leyla Karahan’ın önerisini de dikkate alarak şöyle okumuştur: “Aga, esen, eng iç arak abız içing. Ek anruk eng iniç eb (veya er) azuk / Yükselerek esenlikle en içten mumlar eşliğinde için. Ek olarak, hazırlatmışlar en huzurlu ev (veya er) azığı.” (Ahmet Bican Ercilasun, Bilinmeyen Metinlerin Çözülmesi Konusunda Teorik Bir Yaklaşım ve Altın Elbiseli Adam Yazıtı İçin Yeni Bir Okuma Denemesi, 24.06.2019, https://millidusunce.com/misak/bilinmeyen-metinlerin-cozulmesi-konusunda-teorik-bir-yaklasim-ve-altin-elbiseli-adam-yaziti-icin-yeni-bir-okuma-denemesi/, erişim: 3.01.2021)

Yusufhan Güzelsoy

Manisa Celal Bayar Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Yüksek Lisans Öğrencisi

Yorumla

Yorum yazmak için buraya tıklayın...