Şu an okumakta olduğunuz satırların yazarı olarak ben kendimi Turancı olarak görüyorum. Benim kendimi Turancı olarak görmem Anadoluculuğu ötekileştirmemi gerektirmiyor. Çünkü, Anadolu benim vatanımdır. Her şeyden önce Anadoluculuk akımının niçin ve nasıl ortaya çıktığını anlamak durumundayız. Bunu anlamaksa atomu parçalamak ya da deveyi hendekten atlatmak derecesinde güç değildir. Türkiye’de, muayyen konularda farklı düşünenlerin birbirlerini vatan haini olarak göstermelerine yönelik bir alışkanlık vardır. Anadoluculuk akımı Anadolu toprağını asıl vatan kabul ettiğine göre burada vatana ihanet söz konusu edilemez.
Türkiye Türklerinin eskiden üç kıtaya yayılmış toprakları vardı. Osmanlı İmparatorluğu dağılma sürecine girdiğinde ve dağıldığında geriye yalnızca Anadolu toprakları ile Doğu Trakya toprakları elimizde kaldı. Batı Türklerinin hayat alanı Anadolu’dan ibaret olmamakla birlike siyasi sınırlar itibarıyla Anadolu ve Doğu Trakya şimdiki halde resmen ve hukuken elimizde bulunan yegane topraklardır. Büyük acılar çekerek üç kıtadaki eyaletlerden çekilen Türklerin sığınağı Anadolu olmuştur. Bırakalım imparatorluk eyaletlerini, Türkistan’ı terk etmek zorunda kalanlar bile Anadolu’ya sığınma yoluna gitmişlerdir. Bu itibarla da Anadolu ayrıcalıklı bir konuma yerleştirilmiştir. 20. Yüzyılın başlarındaki koşulları göz önünde tutarsak Anadolu’da kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’nin toprakları dışında bağımsız kalabilen hiçbir Türk yurdu yoktur. İşte bu ortamda kimi aydınlarımızın Anadoluculuk akımını ortaya atmaları ve benimsemeleri makul bir tutumdur. 20. Yüzyılın başlarındaki o koşullarda ne Türkistancılık yapılabilirdi ne de Balkancılık yapılabilirdi. Balkanlar coğrafyası bütünüyle Batı Türklüğünün elinden çıkmıştı. Bu koşullarda günün birinde Balkanlara geri dönme ülküsü yaşatılabilirdi fakat Balkancılık yapılamazdı. Dünya Türklüğünün elindeki tek özgür vatan olarak Anadolu nihayetinde biricik çıkış yolumuzdu.
Daha açık konuşursak; üç kıtaya yayılmış Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma süreci sonucunda Anadolu değil de Rumeli elimizde kalmış olsaydı bu durumda Türkler akın akın Anadolu’ya değil de Balkanlara göç edeceklerdi. Türkiye Cuumhuriyeti de Rumeli toprakları üzerinde kurulacaktı. İşte o zaman –elimizde kalmış bulunan yegane bağımsız Türk toprağı olarak– Rumeli ayrıcalıklı sayılacaktı. Böylelikle de Anadoluculuk yerine Balkancılık ya da Rumelicilik akımı hayat bulacaktı. Pratik gerçeklik budur.
Kuşkusuz ki Anadoluculuğu herkes böyle anlamıyor. Kimi aydınlarımıza göre Türkiye Türklüğü 1071’den itibaren Anadolu’da vücut bulup 1000 yıllık süreçte şimdiki haline kavuşmuştur. Bununla birlikte 1071 öncesinde de Anadolu’yu yurt edinmiş olan Türkler vardır. Şunu da hatırlatalım ki yitirilmiş Balkanların öcü Anadolu’da Millî Mücadele ile alınmıştır. Millî Mücadele önderlerinin pek çoğu Balkan kökenli Türklerdir. Millî Mücadeleye bütün güçleriyle katılan bu Rumeli Türkleri yine Balkanlardan gelen istilacılara karşı Anadolu’yu sımsıkı sahiplenmişlerdir. Bunun en açık kanıtıysa Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün bir Rumeli Türk’ü olmasıdır.
Bu satırların yazarı olarak ben kendimi Turancı olarak gördüğüm için Türklüğün Anadolu ile sınırlandırılmasını ya da Türklüğün Anadolu’ya kapanıp bükülmesini onaylayamam. Ve fakat, Türk kimliğinden rahatsızlık duyan Anadolucuları dışarıda tutarak, Türk kimliği üzerinden Anadoluculuk yapanları ötekileştirmeyi de (onların samimiyetlerinden ötürü) doğru bulamam. Bir örnek verirsek, Türk milletinin yetiştirdiği ender filozoflardan biri olan Hilmi Ziya Ülken’i Anadolucudur diye dışlayamam. Hilmi Ziya Ülken bir felsefeci değildir. Hilmi Ziya Ülken bir filozoftur. Böylesi bir değeri bazı konularda benden farklı düşünüyor diye silip atamam. Benim buradaki akılcı tavrım Hilmi Ziya Ülken’i Anadolucu olmaya iten nedenleri soruşturup kavramaya çalışmak olabilir. Hilmi Ziya Ülken’i anlamaya çalışmak noktasında kendisinin ne dediğine kısaca göz atalım:
“Osmanlı İmparatorluğu 1918’de parçalanarak İstiklal Savaşı sonunda Anadolu’da Türk devleti ve Cumhuriyeti kurulduğu zaman, yıkılmak üzere olan imparatorluğun kendi kudretine inanmak ve devam etmek ihtiyacıyla icat ettiği İttihad-ı İslam, Turan, Milliyet-i Osmaniye gibi mefhum ideallerin hakikatten ne kadar uzak, vakalara ne derecede yabancı şeyler olduğu kendiliğinden anlaşıldı. Ve Türkçülük, nazarını asıl realite olan öz vatana çevirerek, orada tetkik edilecek, başarılacak nihayetsiz iş, sevilecek sonsuz bir kaynak olduğunu gördü.”[1]
Hilmi Ziya Ülken Anadolu’yu “öz vatan” olarak niteliyor. Yukarıda da belirttiğimiz üzere imparatorluğun parçalanması bize Anadolu’nun kaybı ve Rumeli’nin elimizde kalması sonucunu verseydi bu sefer de Balkanlara “öz vatan” diyecektik. Daha da geniş varsayımlarda bulunalım; Batı Türklüğü yıkım sürecinde İran’da toplansaydı ve burada yeni bir Türk devleti kursaydı ister istemez İran-Azerbaycan toprakları bizim gözümüzde “öz vatan” kimliği kazanmış olacaktı. Turan coğrafyasının genişliğini göz önünde bulundurarak “öz vatan” sıfatını Anadolu’ya katlamaya karşı çıkabilirdik. Ne var ki 20. Yüzyılın o çetrefilli başlangıcındaki gerçeklik (realite) Hilmi Ziya’nın da dediği şekliyle Anadolu gerçekliği idi. Asıl realite olarak öz vatan Anadolu dışında bir yer değildi ve Anadolu ile birlikte diğer yurtlar da değildi. Anadolu’dan başka hür yaşayabileceğimiz yurt kalmamıştı. Bunun tek istisnası Doğu Trakya idi. Ve fakat Anadolu’nun arazi büyüklüğü ile Doğu Trakya’nın arazi küçüklüğü kıyaslandığında yeni kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’nde Trakyacılık akımının doğması beklenemezdi. Kendimize insaflı bir tutumla şunu soralım: 20. Yüzyılın başlangıcında özgür Türk toprakları çok daha geniş bulunsaydı Hilmi Ziya Ülken veya Nurettin Topçu acaba yine ve ısrarla Anadoluculuğa bel bağlarlar mıydı? Şunu derler miydi: Egemenliğimiz altındaki topraklardan çekilelim ve Anadolu’ya kapanarak Anadolu ile yetinmeyi öğrenelim!
Şüphesiz ki böyle bir şey demeyeceklerdi. Anadoluculuk bir zaruretin eseridir. Bugün için daha farklı düşünebiliriz. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Türkistan’ın kısmen özgürleşmesi karşısında artık kendimizi Anadolu ile sınırlamak istemeyebiliriz. Oysaki Hilmi Ziya gibilerin o şartlarda böylesi bir genişleme imkânları bulunmuyordu. Değişen koşullar nedeniyle bugün bizler ufkumuzu Anadolu ile sınırlı tutmaktan vazgeçebiliriz.
Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan
Vatan büyük ve müebbed bir ülkedir: Turan!
Hilmi Ziya Ülken bu Turan anlayışını müphemlik olarak değerlendiriyor:
“Bu sınırsız, gayri muayyen ve gerçekle alâkasız vatan fikri, ideali realiteden tamamiyle ayırıyordu. Halbuki vatan kadar sınırlandırılmış, gerçek, tarihî ve coğrafî realiteye dayanan bir mefhumun olmaması lâzımdı. Hakiki Türkçülük ancak kendini böyle bir vatan fikrine bağladığı zamandan itibaren meydana çıkmıştır.”[2]
Türkçülüğün vatan fikrine bağlanarak modern anlamda ortaya çıkmış olmasına söyleyecek sözümüz yoktur. Gelgelelim vatan sınırlandırılmış bir mefhum mudur ya da sınırlandırılması mecburi midir şeklinde bir sorgulamaya gidilebilir. Çünkü politik sınırlarla sosyolojik sınırlar neredeyse hiçbir zaman örtüşmez. Hilmi Ziya Ülken vatan olgusuna Turan dışından bakmaktadır. Biz (ya da ben) ise Turan coğrafyasından bakmayı tercih ediyoruz. Tartışmalar hangi boyuta taşınırsa taşınsın Hilmi Ziya Ülkenlerin zamanında Anadolu’dan başka özgür toprağımız bulunmadığı gerçeğini göz önünde tutmak zorundayız. Yahya Kemal’in başını çektiği Fransız milliyetçiliği tarzındaki vatan düşüncesi en azından 20. Yüzyılın başlarındaki koşullara uygun düşmekteydi.
Metin Savaş
[1] Hilmi Ziya Ülken, Millet ve Tarih Şuuru, sayfa 180, Dergâh Yayınları, İstanbul 1976
[2] Millet ve Tarih Şuuru, sayfa 180
Yorumla