DÜŞÜNCE

Aydınlığın Önündeki Duvarlar

Prof. Dr. Mustafa Öztürk olayını ele alıp 21. Yüzyıl Türkiye’sinin bir göstergesi olarak değerlendireceğim. 21. Yüzyıl dediğimizde anlık bir zamandan söz etmiş olmuyoruz. 100 yıllık bir süreç söz konusudur. Ben bu yazıyı 2020 yılının Aralık ayında yazmaktayım. Demek ki 21. Yüzyılın ilk çeğreğini tamamlamaya yaklaşmışız. Şunu söylemeye çalışıyorum: 21. Yüzyıl Türkiye’si ilk çeğrekten ibaret kalmayacak. Şu halde içerisinde bulunduğumuz ilk çeğrek 21. Yüzyılın tam göstergesi değildir. Yalnızca başlangıç göstergesidir.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk olayı bize (en azından bana) Türkiye’nin aydınlanma yolunda tıkanmış olmadığını fakat aydınlanma yolunda tökezlediğimizi göstermektedir. Türkiye’de düşünce özgürlüğü var mıdır ya da olmalı mıdır sorusu abestir. Düşünceye ket vurulamaz. Türkiye’de düşünce özgürlüğü var mıdır sorusu yerine Türkiye’de düşünceyi ifade etme özgürlüğü ne derece vardır sorusu üzerinde düşünmemiz gerekiyor.

Şöyle de sorabiliriz:

“Türkiye’de düşünceyi ifade etme özgürlüğü istenmekte midir?”

Bu soruyu daha da genişleteyim:

“Türkiye’de düşünceyi ifade etme özgürlüğü samimiyetle istenmekte midir? Yoksa göstermelik şekilde mi istenmektedir?”

Düşünceden korkmak bir gerçekliktir. Düşünceden korkanlara direnmek de bir gerçekliktir. Düşünceden korkanlar dünyalıdır, bir başka gezegenden gelmiş değildirler. Korkaklığın arkasında güvensizlik yatmaktadır. Konumuzu ilâhiyata bağlayacak olursak Prof. Dr. Mustafa Öztürk olayının ya da yakın geçmişteki Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk olayının göstergeleri şunlardır:

Statik (durağan) Müslümanlığı savunanlar kendi inançlarına yeterince güvenmekte zorlanmaktadırlar. Allah indinde yegane hak din İslam’dır söylemine rağmen İslam’ın birtakım değişik düşüncelerle hemen çöküvereceği saplantısına kapılıyorsanız İslam’a güvenmediğiniz sonucu ortaya dökülür. Hermann Comte de Kayserling “Polarisation’un Esrarı Hakkında” başlıklı makalesinde şöyle der: “Tanımlama birtakım sınırlar çizer ve zekâya bu sınırları aşmak yasaktır. Bir gelişme ancak bu sınırların ötesinde kabildir.”[1]

1400 küsur yıllık İslam tarihinde söylenmesi gereken her şey söylenmiştir, dolayısıyla da yeni bir şey söylemeye ve yeni zekâlara, yeni düşüncelere, yeni yorumlara ihtiyaç kalmamıştır diyecek olursak sözün bittiği yere gelmişiz demektir.

Oysaki İslam’ın temelinde Kelâm (söz) vardır. Biz sözü durdurursak İslam’ın özüne perde çekmiş oluruz. Aykırı görünen düşünceleri İslam’a ihanet şeklinde damgalayıp da aynı İslam’ın özüne perde çekmeyi ihanetten saymamak herhalde körlüğün zirvesidir. Tanımlama kaçınılmazdır fakat tanımlamanın çizdiği sınırları aşma yasağı getirmek Tanrı vergisi zekâyı durdurmaktır.

Değişik düşünceler karşısında İslam’ın bir balon gibi hemen söneceği korkusu Müslümanların kendilerinde besleyip çoğalttıkları bir duygu ve davranış bozukluğudur. Farabilere, İbn Sinalara, İmam Maturidilere övgüler düzerken aynı Farabilerin, İbn Sinaların, İmam Maturidilerin özgür düşünce alanını görmezden gelmek, onlar gibi olmaktan kaçınmak, onların bizim gibi olmadıklarını keşfetmekten ürkmek ne dindir ne de vicdan ve erdemdir. Onlar çok daha geniş bir alanda düşünce üretiyorlardı. Onların çağı aydınlanmanın kıpırdandığı ve hatta epeyce yol katettiği bir çağdı. Daralan bizler olduk. Ümmeti adeta bir ırka dönüştürdük ve ümmete birtakım sınırlar çizerek Müslüman zekâsını bu sınırların içine tıkıştırdık. İbn Haldun bizim için son nokta olmuştur.

Hilmi Ziya Ülken “Aşk Ahlâkı” kitabında irade konusuna değinirken tepki çekecek sözler açıyor: “Asıl iradenin gelişmesi Ortaçağ’a, İslam medeniyetine aittir. Orada irade, Allah’ın mutlak iradesi olarak anlaşıldı. İnsanın cüzi iradesi, ancak onun bağışladığı küçük bir parçadan ibarettir ve arızidir. Her şey külli kudret olan Allah iradesinden doğar. Bu düşünce tarzında kulların Allah’a ve onun vekiline mutlak bağlılığı yüzünden, İslam medeniyetinde kişiye ait hürriyetin hiçbir rolü olmadığını gösterir. Fertciliğin (bireyciliğin) doğmasına engel olan bu hayat tarzı, Osmanlı devri boyunca da gelişmiş, akılla irade ayrı kalmak şöyle dursun, akıl iradenin hükmü altına girmiştir.”[2]

Nitekim, Hilmi Ziya Ülken’den bazı alıntıları sosyal medyada paylaştığımda tepkiler gecikmeden gelmişti. Önceki çağların koşulları böyleydir, her çağı kendi koşulları içinde değerlendirmek gerekir bahanesine sığınarak İslam tarihini ya da Osmanlıyı birebir aklamamız hem mümkün değildir hem de yararsız bir çabadır. Tarih felsefesine azıcık aşinalığı olanlar bilir ki geçmişe kendi koşulları içinden bakmak zorunludur ama yeterli değildir. Tarih olmuş bitmiş bir geçmişten ibaret de değildir. Tarihe bugünden ve bugünün koşulları içinden de bakılır. Bugünün Türkiye’si ile dünün Türkiye’si kıyaslanır. Ve tabii bugünün Türkiye’si ile dünün Türkiye’sini kıyaslamakla yetinilmez. Dünün Türkiye’si dünün Fransa’sı veya dünün Japonya’sı ile de kıyaslanır. Tarih de kaotik bir ortamdır. Osmanlıyı yüceltmek kaygısıyla Osmanlıya bugünden bakmayacaksak uzun yıllar sonraki torunlarımız da 21. Yüzyılın ilk çeğreğindeki Türkiye ile 21. Yüzyılın ilk çeğreğindeki Japonya’yı niye kıyaslıyoruz ki diyebilirler. Bunun sakatlığı şuradadır: Şimdimizdeki Türkiye’yi şimdimizdeki Almanya ile kıyaslamaktan kaçınalım tutumuna sürükleyecektir bizi bu sakatlık. Türkiyemiz Almanya’dan geridedir fakat Pakistan’dan ileridedir, bununla övünelim, bununla yetinelim, bununla avunalım mantığı (Hilmi Ziya Ülken’in söz dağarcığıyla söylersem) kör kaderciliktir.

St. Petersburg Üniversitesi’nden Prof. Dr. Viktor V. Boçarov bir makalesine Genon’dan yaptığı alıntıda bakınız ne diyor: “…insanları geleneğin seviyesine indirmek mümkün değildir, çünkü gelenekler insanüstü düzenin unsurlarını taşır.”[3]

Her ne kadar Genon geleneğin pozitivist yorumuna karşı çıkarak bir kutsallık çerçevesinden hareket ediyorsa da geleneğin dokunulmazlığı düşüncesi insanlığı çıkmaza sürükleyebilecektir. Meseleye Müslümanca bakarsak Kur’an’ın “Atalarınız yanlış yol üzerinde bulunuyorlar olsalar bile mi?” tarzındaki yakınması geleneğe kutsallık atfetmenin de başıboş bırakılamayacağı öğretisini içermektedir. Bundan ötürü de yeni ya da aykırı düşüncelere afaroz şeklinde tepki vermek özgür düşüncenin önüne takoz koymaktan başka bir anlam taşımamaktadır. Bana yeni ya da aykırı görünen bir düşünce çok eskiden (bizim bu çağda makbul saydığımız bir kimse tarafından) söylenmiş de olabilir. Bana yeni ya da aykırı görünen bir düşünce doğru da olabilir yanlış da olabilir. Bu bahsi dilediğimizce uzatabiliriz.

21.Yüzyılın ilk çeğreği bize ne gösteriyor? Kâh karamsar olmayı kâh umutlu olmayı telkin etmiyor mu? Prof. Dr. Mustafa Öztürk cesaretle kendi düşüncesini açığa vurabiliyor. Demek ki umutlu olmalıyız. Buradaki sorun  Öztürk’ün haklı mı haksız mı olması değildir. Bir insan kendi düşüncesini o düşüncenin doğruluğuna inandığı için ifade eder. Bu düşüncenin yanlış olduğuna inananlar ise kendi kafalarındaki doğru düşünceyi kamuoyuna aktarırlar. Fakat birbirimizi bir çırpıda karalamaya kalkışırsak işin içinden çıkamayız. Son sözü Hilmi Ziya Ülken’e bırakıyorum: “…ırk, din, medeniyet peşin hükümleri; en büyük duvarları teşkil etmektedir.”[4]

Metin Savaş

[1] Hermann Comte de Kayserling, Hayat Sanatı Hakkında, sayfa 38, Maarif Vekâleti Maarif Basımevi, İstanbul 1956

[2] Hilmi Ziya Ülken Seçme Eserleri – V, Aşk Ahlâkı, sayfa 269, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2012

[3] Viktor V. Boçarov, ‘Zoraki Dayanışma’ Olarak Doğu Gelenekselciliği, Turan Dergisi, sayı 42, 2020

[4] Aşk Ahlâkı, sayfa 281

Güney Sibirya Arkeolojisi ve Şamanizm Sergen ÇİRKİN