DÜŞÜNCE

Doğa, İnsan, Bilim Adamı, Bakşı ve Varlık Alanımız

Bu yazımızda doğa ile insan ilişkisine kısaca değineceğiz. İlk önce şunu soralım: Doğa insana zarar verir mi? Tabii ki veriyor. Depremleri, toprak kaymalarını, okyanusun dev dalgalarını, tayfunları, yıldırım çarpmasını, yılan ve akrep gibi zehirli hayvanları akla getirdiğimizde doğanın biz insanlara ölümcül zararlar verdiğini inkâr edemiyoruz. Fakat bütün bunlar doğal zararlardır. Bütün bu zararlar doğa yasaları içinde vuku bulan olgulardır. Bu zararların hiçbiri doğanın dışındaki bir itkiyle vuku bulmuyor. Ama bir de biz insanların eylemleri nedeniyle vuku bulan doğal zararlar vardır. Biz herhangi bir şekilde doğanın kendi yapısını bozduğumuzda karşılaştığımız zararlar vardır. Örneğin, bir yörede ormanları yok ettiğimizde o yörenin doğal yapısı bozulduğu için zarara uğrayabiliyoruz. Doğal dengenin bozulmuşluğu bir felakete yol açabiliyor. Biz bu duruma doğanın intikamı diyoruz. Şu halde doğanın insana zarar vermesinin yanı sıra insan da doğaya zarar vermektedir. Doğanın biz insanlardan intikam almasını meşru görüyoruz, gelgelelim insanların doğaya zarar vermesini insanın doğadan intikam almasına pek yoramıyoruz. Demek ki doğanın intikam alması doğaldır fakat insanın doğaya zarar vermesi ve insanın doğadan intikam almaya yeltenmesi doğal değildir yargısına kolayca varabiliriz.

Bertrand Russel, Rönesans ve Aydınlanma hareketiyle birlikte Avrupa’daki bilim anlayışını günümüze kadar getirerek üçlü tasnifte bulunuyor:

Newton çağında bilimin hedefi Tanrı’nın varlığını kanıtlamaktır. Daha sonrasında Tanrı’yı reddedenler ve reddetmeyenlerle birlikte bilimin amacı doğayı tanımak olmuştur. Fakat şimdiki hedef doğayı tanımaktan çok doğayı değiştirmektir.

Değiştirmek sözcüğü yerine dönüştürmek sözcüğünü de kullanabiliriz. Örneğin, genlerle oynamamız doğanın mevcut yapısına müdahaledir ve doğal olguları değiştirme çabasıdır. Peki bu kötü bir şey midir? Kimilerine göre bu durum Tanrı’nın koyduğu yasaları çiğneme sapkınlığıdır. Kimilerine göreyse doğanın yasalarını çiğnemektir. Fakat kimilerine göre ise insanlık için yararlıdır. Şunu da düşünmemiz gerekiyor ki, mevcut doğal olgulardan birini değiştirdiğimizde bundan insanlık fayda görebilir, gelgelelim insana fayda sağlayan bu değişim uzun vadede doğaya zarar verecekse şu halde aynı uzun vadede insanlık da zarar görmeyecek midir? Varsayım üreteyim: Bugün bizim doğal bir durumu değiştirmemiz sayesinde yine bugünlerde diyelim ki bir milyon insanın hayatını kurtardık. Ama değiştirdiğimiz bu şey uzun vadede belki de yüz milyon insanın ölümüne neden olacaktır. Belki de olmayacaktır.

Takiyettin Mengüşoğlu canlı varlıklarla cansız varlıklar arasında bağ bulunduğunu açıklarken şöyle diyor: “Canlı varlık-alanıyla cansız varlık arasında büyük bir fark vardır; ama bu fark, onlar arasındaki bağı ortadan kaldırmaz, tersine bu bağı açığa çıkarır. Fakat bu bağ tek yanlıdır; çünkü canlı-varlık alanı cansız varlık-alanına dayanır; bunun tersi düşünülemez bile. Gerçekten canlılar-alanının varlığı, gelişmesi, cansız varlık-alanının varlığına bağlıdır. Fakat cansız varlık-alanı, canlı varlık-alanı olmadan da varlığını sürdürür. Bu bakımdan cansız varlık, tümüyle bağımsız bir varlık-alanı olduğu halde, canlı varlığın, cansız varlık-alanına bağlı kalan bir özerkliği vardır (Mengüşoğlu, Felsefeye Giriş, sayfa 153, Remzi Kitabevi, İstanbul 2008).”

Cansız varlık-alanına doğa diyelim. Fakat biliyoruz ki doğa canlıdır. Hareket eden her şeyin canlı olduğunu varsayarsak mesela taşın hareket etmediğini söyleyemeyiz. Taş kendi iradesiyle hareket etmez, onu rüzgâr ya da bir keçinin iteklemesi hareket ettirir. Yine de cansız taş hareket etmektedir. Meseleye cancılık açısından baktığımızda doğadaki her varlık canlıdır. Ruhçuluk açısından baktığımızda doğadaki her varlığın bir ruhu vardır. Bu ruh belirli türden varlıklar için ortak bir ruh da olabilir. Tasavvuf açısından baktığımızda bütün insanların ruhları tek bir ruhtan, Muhammed’in ruhundan türemişlerdir. İlk ruh bölünerek çoğalmıştır ki buradaki tasavvufi düşünce big-bang teorisiyle özdeş gibidir. Veya ilk hücrenin bölünerek çoğalmasını bize hatırlatır. Dede Korkut Kitabı’ndaki kaba ağaç konuşur. Bütün mitoslarda doğa ve doğadaki varlıklar bir şekilde fısıldar. Cansız varlık-alanının bağımsız olduğunu ve canlı varlık-alanına muhtaç bulunmadığını Mengüşoğlu’ndan öğrendik. Ne var ki cansız varlık-alanı bulunmasaydı canlı varlıkların özleri diyelim, kendilerine alan edinemeyecekleri için varoluş kazanamayacaklardı. İşte bu durumda, varoluşlarını borçlu oldukları cansız varlık-alanına karşı canlı varlıkların suç işlemeleri hem ahlâki değildir hem de akılcı değildir. Düz mantık yürüterek söylersek, akılcı (aklı başında) bir canlı varlığın doğaya karşı çıkması ya da doğaya zarar vermesi akıl-dışı bir eylemdir. Cansız varlık-alanı doğadır demiştik. Fakat doğa canlıdır da demiştik. Doğanın canlı olduğunu bir ilke olarak kabul edersek şu halde cansız olan nedir? Herhalde doğa yasaları cansızdır. Yasalara bağımlı bulunan varlıklar canlıdır diyebiliriz. Yine de birileri çıkar da sizin cansız dediğiniz doğa yasaları birer ruhtur, onlar da canlıdır derse bu onun bakış açısı olarak kendisini bağlayacaktır. Gerçek şudur ki, işleyişler ve bakış açıları ve inançlar ne olursa olsun; doğa vardır, doğa yasaları vardır, canlı ve cansız varlıklar vardır. Zaten var oldukları için onlara varlık diyoruz. Onların varlıklarını sürdürdükleri yere de varlık-alanı diyoruz. Varlık alanı kısaca doğadır.

Bilgi ve bilim ise doğa yasalarını kavrayış gayretidir. Russel bilimin yanına tekniği koyduğumuzda doğaya müdahale etme ortamının oluştuğunu belirtiyor. Müdahalede bulunan bilgi değil, bilginin tetiklediği tekniktir: “Bilgi güçtür, fakat iyi için olduğu kadar kötü için de güçtür. Buradan şu çıkar; insanlar erdemlerini bilgileri ile beraber arttırmadıkça, bilgi artışı acı artışı olacaktır (Bertrand Russel, Bilimin Toplum Üzerindeki Etkileri, sayfa 111, Özgün Yayınları, İstanbul 1976).”

Doğadaki varlıklar arasından yalnızca biz insanlar bilgi edinip bilgi üretebildiğimize göre, demek ki yalnızca biz insanlar doğaya müdahalede bulunabiliyoruz. Şayet dünya dışında başka gezegenlerde zeki canlılar varsa belki günün birinde onlar gezegenimize gelerek doğamıza iyi ya da kötü müdahalede bulunabileceklerdir; fakat bu yazının konusu bilim-kurgu düşleri değildir. İnsanlardaki bilgi artışının hem doğamıza hem kendimize zarar vermemesi uğrunda erdemlerimizi çoğaltmamız gerekiyor. Kimileri buna din, vicdan, felsefe, hikmet adını verebilir. Erdemlerimiz aslında doğaya ait olduğumuzu bilmek, doğa sayesinde varlık kazanabildiğimiz gerçeğini kabullenmek, varlık-alanımızın doğa olduğunu öylesine değil hakkını vererek kavramak, herhalde doğaya saygılı olmak ve muhakkak ki doğa yasalarına itaat etmek veya doğa yasalarıyla uyumlu davranışlar sergilemektir. Erdem budur. İşi bilim-kurguya vererek dünyamızı yeterince yozlaştırdığımızda bir başka gezegene nasılsa göç ederiz olur biter avuntusu hepimizi yıkıma sürükleyecektir. Atmosferi bulunan başka gezegenler ya yoksa? Atmosfer oluşturmamız ya mümkün değil ise? Bir başka gezegene topluca göçmemiz ya olanak dışıysa? Bütün bunlar mümkün olsa bile bir başka gezegeni daha mahvetmek için mi kendi gezegenimize kötü davranıyoruz?

Mengüşoğlu canlı varlık-alanındaki doğal dengenin bozulmasının tek bir canlı türüyle sınırlı kalmayacağını hatırlatıyor. Bir canlı türünün kendi alanının bozulması zincirleme etkiyle bütün canlı türlerinin alanlarının bozulması sonucunu doğuracaktır. Bunlar zaten bildiğimiz şeyler. Böyle olacağını bildiğimiz halde umursamaz davranıyoruz. Halk diliyle söylersek, kendi bindiğimiz dalı kesiyoruz. Russel’ın dediği gibi, bilgimizi arttırdıkça acılarımızı da arttırıyoruz. Bilim ve teknik sayesinde nice acılarımızı dindiriyoruz, aşıyı bulup toplu ölümleri engelliyoruz, uyuşturucu kimyasıyla acımızı dindiriyoruz vesaire. Kısacası bilgimizi hem iyi yönde hem kötü yönde kullanırken tipik bir bahaneye sığınıyoruz: Her şeyin bir bedeli vardır bahanesine sığınarak kötülüklerimize meşruiyet zemini oluşturuyoruz: “Belli bir yerde bulunan bir bitki örtüsünde denge sisteminin bozulması, hem oradaki canlılar arasındaki denge ve bağlar sisteminin bozulmasına, hem de cansız varlık-alanında bazı değişikliklerin olmasına neden olur (Mengüşoğlu, sayfa 155).” Zincirleme etkiyi (ya da domino taşı etkisini) görmezden gelemeyeceğimiz açıktır. Tanrı’ya inananlar için söylersek, doğa yasalarına aykırı davranmak demek Tanrı’nın doğa için koyduğu kurallara, dolayısıyla da Tanrı’ya isyan etmek demektir. Şu halde Tanrı’nın varlığına inanan iktidarların doğa karşıtı icraatlarını asıl bu açıdan sorgulamak gerekiyor. İbadet eden başkan istiyoruz deyip de ibadet eder görünen o başkanın doğaya aykırı yürütmede bulunmasını alkışlamak çelişkidir. Tanrı’nın varlığına inanmayanlar için konuşursak, ben bağnazlıkla mücadele ediyorum ama doğayı kirleten, doğal dengeyi bozan teknik araçları kullanmak, doğayı umursamamak bağnazlıkla mücadeleme bir katkıdır denemeyeceğine göre suç bütün insanlığın suçudur. Mengüşoğlu cansız varlıklar-alanında doğal denge bozulduğunda, bozulan bu dengenin yeniden kurulamayacağını vurguluyor. Cansız varlıklar-alanında denge bozulduğu takdirde yeni bir denge sistemi oluşacaktır diyor felsefecimiz. Fakat bu yeni denge sistemini dışarıdan gelen güçler oluşturacaktır diye de ekliyor. Dışarıdaki güçlerle oluşacak bu yeni denge sisteminde biz insanlara yer olacak mıdır bunu enikonu düşünmeliyiz.

Kamlar ve özellikle bakşılar doğanın bir parçasıdırlar. Onlar bilgiyi doğadan alırlar. Kamlar topluma daha yakındırlar ve üretilmiş bilgiye (kültüre) daha fazla yaslanırlar. Oysaki bakşılar doğrudan doğruya doğaya yaslanırlar. Kabaca söylersek, kamlar törenin koruyucusu iken, bakşılar doğanın koruyucuları olmanın da ötesinde, bizatihi doğanın hizmetindedirler: “Müzisyen veya halk ozanlarının pîri, diğer Türk kavimlerinde izi, eezi genel adıyla bilinir. Nitekim Altay-Sayan Türklerinde destan söyleyicileri olan kayçıların pîri kay ezi (Altaylılarda), hay eezi (Şorlarda) adı ile bilinen mitolojik varlıktır. Kayçılar tıpkı şamanlar gibi kay ezi (hay eezi) tarafından göreve çağrılırlar (Fuzuli Bayat, Türk Mitolojik Sistemi 2, sayfa 91, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2007).” Kay Ezi ya da adı ne olursa olsun, göreve çağıran esas itibarıyla doğanın kendisidir. Doğa yasalarının çağrısına uyulmadığında yıkım kaçınılmaz olacaktır. Bilim ve tekniğin fevkalade ilerlemesi bile bozulmuş doğayı onarmaya yetmeyebilir. Kaldı ki bilim ve teknik doğayla yeterince uyumlu değilse nasıl onarabilecektir?

 

Metin Savaş