DÜŞÜNCE

Hafızayı Yutan Canavar

George Orwell’ın 1984 adlı romanı hakkında çok şeyler söyledik. Bu roman insanlığın karanlık geleceğini anlatıyormuş gibi görünmekle birlikte esas itibarıyla insanlığın her çağının karanlık yüzünü sergileyen bir anıt eserdir. Orwell ajan mıydı değil miydi kuşkularıyla bu romanın önemini gölgelememizin pek bir yararı bulunmuyor. Orwell zaten muhtelif yazılarında Kraliçe için çalıştık diyor. Bunda yadırganacak bir yön de yoktur. Her vatansever kişi kendi ülkesinin menfaatini gözetir. Biz bu yazımızda 1984 evreninin karanlık atmosferinin yalnızca geleceğe yönelik değil de insanlığın her çağına ilişkin olduğunu birkaç somut örnekle göstermeye teşebbüs edeceğiz.

Hatırlanacağı üzere 1984’ün esas oğlanı Winston Smith gazete sansürüyle görevli bir devlet memurudur ve Doğruluk Bakanlığı bünyesinde çalışmaktadır. Onun görevi Büyük Birader rejiminin çıkarları doğrultusunda (Doğruluk Bakanlığı’nın adının tersine olarak) yalan haberler üretmek ve eski tarihli gazete nüshalarını değiştirmek suretiyle geçmişe müdahalede bulunmaktır. Büyük Birader’in devleti kendi vatandaşlarının hafızasını bu yöntemle sürekli bir şekilde güncellemektedir. Dün olup bitmiş bir olay şayet bugün için devlet iradesine ters düşüyorsa Winston Smith behemehâl masa başına çöküp, eski tarihli gazetelerdeki haberleri yok ederek bugünün çıkarlarına uygun haberler tezgâhlar ve kendi elinden çıkma bu düzmece haberleri eski tarihli gazetelere yerleştirir. Yani arşivi değiştirir. Biz bu uygulamaya “Hafızayı Yutan Canavar” diyeceğiz. 1984 hakkında bu kadarcık hatırlatmada bulunmakla yetinerek sözünü ettiğimiz gerçek hayattaki çarpıcı somut örneklere göz atalım.

İkinci Dünya Savaşı öncesinin Japonya’sı militarist bir devlet yapısına sahipti. Ülkeyi sivillerle askerler birlikte yönetiyorlardı. Ve çoğuncası generallerin iradesi baskın çıkıyordu. Ülke yönetimine iştirakten ödün vermeye yanaşmayan sivil politikacılar ile kurmay subaylar arasında ciddi sürtüşmeler vuku bulduğunda Japon İmparatoru devreye girerek uzlaşmayı sağlamaya çalışıyor ve politik krizler ancak bu şekilde aşılabiliyordu. Modernleşmede Batı’yı yakalamış olmanın doğurduğu aşırı bir özgüvenle hareket etmekte olan Japon kurmay subayları Batılı emperyalist devletlerin yolundan giderek Asya kıtasının doğusunda yayılmacı emeller gütmekteydi. Japonya o dönemde Batı’nın yalnızca bilimini ve teknolojisini değil, sömürgeci tavrını da benimsemişti. Çin’e ve Sibirya’a göz dikmişlerdi. Kore’yi ve Mançurya’yı ele geçirmişlerdi. Tayvan adasına sahip olmuşlardı. Filipinler ve Endonezya’ya kadar uzanmışlardı. Avustralya anakarası da hedefleri arasındaydı. Düşünüşleri şöyleydi: “Asya’nın doğusunu Asyalı olmayan Batılılar sömüreceğine Asyalı olan biz Japonlar buraları yönetelim.” Kaldı ki daha sonrasında Çin ülkesinin de tamamına yakınını işgal etmeyi başarmışlardı. Japonya’nın gizli tutmaya gerek görmediği hedefi Asya’nın doğusunda bugün bizim Yeni Dünya Düzeni dediğimiz tarzda Doğu Asya Yeni Düzeni’ni kurmaktı. Ne var ki bunun mümkün olamayacağı konusunda Japonya’yı ikaz edenler de çıkıyordu. Batılı güçler böyle bir yapılanmaya asla göz yummaz diyenler vardı.

Japonya’yı yıllar öncesinden ikaz edenlerden birisi olarak Tataristanlı seyyah Abdürreşit İbrahim’i gösterebiliriz. Muhtelif temaslar kurmak üzere Japonya’ya giden Abdürreşit İbrahim orada Japonya’nın çok önemli devlet adamlarından Okuma Shıgenobu ile de görüşmüştür. Abdürreşit İbrahim bir sohbetinde Okuma Shıgenobu’ya Avrupalıların hiçbir zaman güçlü bir Japonya istemeyecekleri bahsini açınca Japon devlet adamı Okuma Shıgenobu özetle şu karşılığı vermiştir: “Sadece Kore değil, beş sene sonra Mançurya da Moğolistan da bize lâzım olacak. Değil yalnız oraları, Hind Okyanusu adalarına kadar el uzatmayı göze alacağız.” Bu görüşme Abdürreşit İbrahim’in 1907-1910 yılları arasındaki seyahatinde gerçekleşmiştir. Okuma Shıgenobu’nun bu özgüveni yanıltıcıdır fakat dayanaksız değildir. 1904-1905 Rus-Japon savaşının bütün dünyayı hayran bırakırcasına Japonların galibiyetiyle sonuçlanmış olması bir milletin özgüven devşirmesi bağlamında makul bir sebeptir. Asıl konumuzdan sapmamak için sadede gelelim. Japonya her şeye rağmen İkinci Dünya Savaşı’ndan mağlup çıkınca Amerikan işgaline maruz kalmıştır. Birinci Dünya Savaşı bitiminde İtilaf Devletleri’nin Osmanlı ordusunu dağıtmasına benzer biçimde Amerika da müttefiklerinin onayıyla Japonya’nın ordusunu ortadan kaldırmıştır. Bugünkü Japonya’da öz savunma amaçlı küçük bir ordu mevcuttur. Amerika bununla yetinmeyerek Japonya’nın hafızasıyla da oynamıştır. Şöyle ki:

Japonya’nın Çin’i işgal ettiği harekâta Japonlar “Büyük Doğu Asya Savaşı” adını vermekteydiler. İşte bu kavram Japon yayılmacılığı dönemine ait bir kavram olması hasebiyle Amerikalı General Douglas MacArthur tarafından sakıncalı bulunarak yasaklanmıştır. Öylesine sansürlenmiştir ki Japonya sınırları içerisinde “Büyük Doğu Asya Savaşı” ifadesi hiçbir yerde ve hiçbir şekilde kullanılmayacaktır. Japonların bakış açısına göre Çin harekâtı “Büyük Doğu Asya Savaşı”dır fakat Amerika dayatması sonucunda “Büyük Doğu Asya Savaşı” kavramının yerini “Pasifik Savaşı” kavramı doldurmuştur. Japonlarsa bu Amerikan dayatmasını yıllar sonra kısmen delerek “15 Yıl Harbi” kavramını ortaya atmışlardır. “Büyük Doğu Asya Savaşı” ilkin “Pasifik Savaşı” adını almışken peşi sıra “15 Yıl Harbi” adı yaygınlaşmıştır. Daha sonra ise “Asya Pasifik Savaşı” diye anılması tercih edilmiştir.[1]

Bütün bunlar kavram savaşlarıdır. Nitekim Japonlar da başlangıçta Mançurya’yı ele geçirmelerine “Mançurya Olayı”, Çin’in içlerine doğru ilerlemelerine de “Şangay Olayı” gibi savaş çağrışımı uyandırmayacak türden yumuşak adlar veriyorlardı. Oysaki olay dedikleri bu savaşlar çok kanlı ve yıpratıcı geçiyordu. Muhakkak ki Japonlar Çin’de kalıcı olabilselerdi “Japon ordusunun Çin ülkesini işgal etmesi” şeklinde bir söylem asla dile getirilemeyecekti. Galip gelen Amerika’nın savaş kavramlarını bile sansürlemesi Japon halkının hafızasına müdahaleden başka bir şey değildir. Tabii ki Japonlar da başarıya ulaşabilselerdi Çin halkının hafızasını Japon çıkarları uyarınca güncelleyeceklerdi. Bütün devletler bunu yapar. Biz Türkler 1453’te İstanbul’u işgal etmedik de fethettik. Avrupalılar gözünde ise İstanbul 1453’te işgal edilmiştir. Yine de İsanbul örneği farklıdır. Ve fakat Amerika’nın Japonya’da “Büyük Doğu Asya Savaşı” adını yasaklayarak “Pasifik Savaşı” adını dayatması tamı tamına Büyük Birader uygulamasıdır. Gâvura gâvur demenin yasak edilmesini hatırlatabilir bizlere.

Şimdi bir başka somut örneğe geçelim. Rus Çarlığı’nın Kazan Hanlığı’nı düşürmesinin ardı sıra Kazan Piskoposu Luka Konaşeviç’in talimatıyla camiler ve mezarlıklardaki yazılı mezar taşları yok edilmiştir. 1742 yılında Kazan ve çevresindeki 536 camiden 428’i ülke halkını Ortodokslaştırmak hedefindeki misyonerlerce yıktırılmıştır.[2] Hâliyle iş bununla kalmıyor. Fransız İhtilâli sonrasında Tatarlık bilinci yeniden canlandığında Kazanlılar kendi yurtlarının tarihini yazacak elyazmaları bulmakta fevkalade zorlanmışlardır. Haydi diyelim ki bin cami yıkılır, mimarî kültür darbe alsa bile, yerine bin cami yeniden inşa edilir. Fakat yazma eserler yok edildiğinde o kitapları ve bilgileri geri getiremiyorsunuz. Büyük Birader ülkesindeki gazete arşivini yok ederek yeniden oluşturan (güncelleyen) Winston Smith’in yaptığı tam da budur. Hafızayı Yutan Canavar her çağda bütün iştahıyla görev başındadır. 18. Yüzyıldaki Kazanlı Tatar tarihçileri bir kültür merkezinden (hakiki başkentten) mahrum bırakılmış oldukları için birikimsiz kalmışlardır ve yazılı kaynak kıtlığı yüzünden kendi tarihlerini yeniden kurabilmek yolunda sözlü kültüre, Tatar halkınca mümkün mertebe yaşatılmaya çalışılmış sözlü anlatılara bel bağlamışlardır. Sözlü anlatılar epeyce muhafaza edilebişmiş olsa bile yazılı anlatılar büyük oranda Ruslarca yok edildiği için Kazan tarihi Hafızayı Yutan Canavar’ın hışmından kurtulamamıştır.

Irak’ın kuzeyindeki Türk şehirlerinin nüfus ve tapu evrakının yağmalanması da yine gerçek hafızayı silerek onun yerine sahte (ya da kurmaca) hafızayı yerleştirme girişimidir. Burada şunu hemen ekleyelim ki, her iskân politikası hafızayı yutma girişimi değildir. Buna belki dolaylı yoldan kimlik değiştirme yöntemi diyebiliriz. Bir yöreyi ele geçirirsiniz ve oraya güvendiğiniz nüfus kitlesini iskân edersiniz. Böylelikle oranın kimliği peyderpey değişir. Ne var ki 1944’te bir çırpıda Kırım halkının Kırım’dan boşaltılması ya da “Büyük Doğu Asya Savaşı” adının Japon milletine yasak kılınarak “Pasifik Savaşı” kavramının dayatılması türünden yaptırımlar doğrudan doğruya Büyük Birader tarzındaki hafıza kaydırmalarıdır. Japonlar mı haklıydı Amerikalılar mı haklıydı polemiğine girmeyeceğiz. Batılı emperyalist devletler Asya’daki sömürgelerini bir Asyalı devlete kaptırmamıştır. Japonya ise Asya’yı sömürme hakkını bir Asyalı devlet olarak kendinde görmüştür. Yenik düşenin hafızasının yutulmasına çarpıcı bir örnek daha gösterelim. Teslim olan Japonya’ya Amerikan işgal kumandanlığının reform adı altındaki bir dayatması da şöyledir: “Eğitimin demokratikleştirilmesi adına verilen yeni bir talimatla; militer ve aşırı milliyetçi savaş dönemi Japonya’sını hatırlatabileceği ihtimaline karşı ilk ve orta okul müfredatından tarih ve coğrafya dersleri çıkarıldı. Amaç, tarih ile Japonya arasına bir set çekmek, demokratik ve aşırı milliyetçilikten uzak yeni bir kültürel altyapı oluşturmaktı.”[3] Tarih ile Japonya arasına set çekmek bakımından tarih ve coğrafya derslerinin özellikle ilk ve orta okul çocuklarından kaçırılması fazlasıyla anlamlıdır. Maksat hafızayı küçük yaşta silmektir. Yine özellikle, o kadar çeşitli dersler içinden tarih ve coğrafyanın sakıncalı addedilmesi modern Türkiye’nin kurucu unsurlarından biri olan Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nin neden bu derece önemli olduğunun göstergesidir.

Tunuslu yazar Albert Memmi sömürgecilik üzerine yazılarında kültürel amneziye değinirken şöyle diyor: “Bellek sadece zihinsel bir olgu değildir. Tıpkı bir bireyin belleğinin kendi tarihinin ve fizyolojisinin ürünü olması gibi, bir halkın belleği de kurumlarına dayalıdır. Sömürgeleştirilenin kurumları ise ölmüş ya da taşlaşmıştır.”[4] Yukarıda sözünü ettiğimiz Kazan Tatarlarının bir kültür merkezinden (hakiki başkentten) mahrum bırakılmışlıkları da işte budur.

Bu yazımıza George Orwell ile başladık, Orwell ile bitirelim. Onun bir romanında İngiliz sömürgecilerin Hind kıtasındaki davranışları apaçık sergilenir. Şimdi bu romandaki bir İngiliz ile bir Hintli hekimin sohbetinden alıntıda bulunacağız. Hintli hekim İngiliz arkadaşına şunları söylemektedir:

“Dostum, Doğulu karakteri unutuyorsunuz. Bütün tembelliğimiz ve boş inançlarımızla bizi geliştirmek nasıl olanaklı olabilir? En azından bize yasa ve düzen getirdiniz. Hiç sapmayan İngiliz adaleti ve Pax Britannica (İngiliz Barışı).”

Bu sözleri eğitimli bir Hintli söylüyor. Albert Memmi ise sömürgeleştirilenin bu kendi kendisini aşağılaması durumuna “kendinden nefret” ve “kendiyle uyumsuzluk” demektedir. Hintli hekimin bu sözlerine İngiliz arkadaşı bakınız nasıl karşılık veriyor:

“Pox Britannica (İngiliz Çiçek Hastalığı). Onun asıl adı İngiliz hastalığı. Elbette Hindistan’ın barış içinde yaşaması bizim çıkarımıza uyuyor ama bütün bu yasa ve düzen zırvalarının sonu nereye götürüyor? Daha fazla banka ve daha fazla hapishane. Tek anlamı bu!”[5]

Görüldüğü üzere “mankurtlaştırma” ile karşı karşıyayız. Hintli hekim Pax Britannica kavramını yüceltirken onun İngiliz arkadaşı kelime oyunu yöntemiyle Pox Britannica diyerek yüceltilen kavramı tersine çeviriyor. George Orwell bu romanında yalnızca sömürülenin değil sömürenin de yozlaştığı tezini ortaya atmaktadır. Şöyle ki: “Doğu onu (romandaki İngiliz karakteri) şimdiden çürütmüştü… Yirmi yedinci yaş gününü hastanede, tepeden tırnağa, bataklık yaraları denen ama büyük olasılıkla viski ve kötü yemek yüzünden çıkan çirkin yaralarla kaplı olarak geçirdi. Bunlar teninde iki yıl boyunca kaybolmayan küçük izler bıraktılar… Gençliği bitmişti… Yaşamak için boğucu ve bunaltıcı bir dünyaydı bu. Her sözcüğün ve her düşüncenin sansürlendiği bir dünya. İngiltere’de böyle bir atmosferi hayal etmek bile zor.”[6]

İngiltere içinde demokrasi ve özgürlük bulunmakla birlikte Britanya sömürgelerindeki Büyük Birader sansürü çift yönlü işletilmektedir. Hindistan’da Hintliye uygulanan sansür baskısı Hindistan’da görevli İngilizlere de uygulanmaktadır. Bunun yanı sıra sömürge ülkelerinin somut ve soyut atmosferi sömürgeci İngilizi de çürütmektedir. Bu olguyu kabaca “fethedenin fethedilmesi” yazgısına benzetebiliriz. Hafızayı Yutan Canavar ayrım gözetmeksizin önüne çıkanı öğütecektir. Türk Kurtuluş Savaşı’nda da işgalci Yunan ordusu benzer bir davranışla hem Türklere hem de yerli Rumlara eziyet etmiştir. Kimi kasabalardaki Rumların zulümden yaka silkerek Kuvayı Milliyeci zeybeklere sığındıkları gerçeği muhtelif kayıtlarda yer almaktadır.

 

Metin Savaş

[1] Ayrıntılı bilgi için bakınız: Sinan Levent, Militarizmden Pasifizme Geçişte Japonya, Doğu Kütüphanesi Yayınları, İstanbul 2018

[2] Ayrıntılı bilgi için bakınız: Japonya Seyyahı Abdürreşit İbrahim’in İzinde, Doğu Kütüphanesi Yayınları, İstanbul 2020

[3] Sinan Levent, Militarizmden Pasifizme Geçişte Japonya, sayfa 144-145

[4] Albert Memmi, Sömürgecinin ve Sömürgeleştirilenin Portresi, sayfa 112, Versus Kitap, İstanbul 2014

[5] George Orwell, Burma Günleri, sayfa 49, Can Yayınları, İstanbul 2004

[6] George Orwell, Burma Günleri, sayfa 78-79