DÜŞÜNCE

Putlaştırma ve Kurumsallaşma

Ortadoğu arkeolojisi profesörü ve dinler tarihçisi Fred Gladstone Bratton dinlerin temellerinin insanlık tecrübelerinde aranması gerektiğinden yanadır. Rönesans Avrupası sanatında İsa’nın gökten yere indirilmiş olduğunu daha önceki bir yazımızda ifade etmiştik. Bratton’un insanlık tecrübelerini işaret etmesi de aynı tavırdır. Dinlerin temellerini biz insanların kavrayamayacağı kutsal göklere ya da ruh âlemlerine bıraktığımızda tıkanıyoruz. Bratton, Hıristiyanlığı, tarihsel bir hadisenin yeniden yaşanması olarak anlamayı öneriyor. Hristiyanlığı bütün çağların ötesinde bir şey diye tarif etmeyi doğru bulmuyor. Bütün dinler için aynı durum geçerlidir. Peygamberler tarihsel varlıklardır. En azından onlara atfedilen öğretiler birer tarihsel gerçekliktir. Bratton, mitosları da insanlık tecrübelerine bakarak kavramayı öneriyor. Çünkü mitleri ve dinleri bütün boyutlarıyla birlikte gökyüzüne terk ettiğimizde akıl devre dışı kalıyor. Akıl devre dışı kalınca da dogmalaşma, durağanlaşma baş gösteriyor. “Mitolojiye (ve dinlere) bu şekilde yaklaşış, bütün resmî inançların yaptıkları gibi, efsanelerin doğruluklarını ispat etme teşebbüsleri, gerçekte, efsanelerin doğruluklarını bozar. Kavramsal olarak tanımlanan Tanrı, gerçek bir kaya olarak inanılan Mesih, bir anda yaratıcı bir imajdan ölü bir puta dönüştürülür.”[1]

İnsanlığın ortak meselesidir putlaştırma. Aynı tuzağa bazı müslümanlar da düşerek Hazreti Muhammed’i neredeyse putlaştırmışlardır. Allah’tan sonraki en büyük varlık mertebesine yükseltilmiştir. Hıristiyanlar da böyle yapmışlardı ve İsa’yı Tanrı’nın oğlu sıfatını yapıştırarak tanrılaştırmışlardı. Oysaki pratik öğretide ahlâklı (vicdanlı) insan yetiştirmek hedefi güdülüyordu. İsa’nın ya da Muhammed’in göklere havale edilmesinin pratikte hiçbir anlamı yoktur. Biz insanların ahlâklı (vicdanlı) olabilmeleri İsa’nın tanrılaşmasına bağlı değildir. Muhammed miraca çıkmasaydı insanlık yine de vicdanlı olmakla yükümlü tutulacaktı. Fakat dogmalar yüzünden asıl hedef gölgelenmiştir. Hedef insanlıktır. Bu hedef saptırılarak İsa’nın ya da Muhammed’in yüceltilmesine uğraşılmıştır. Bütün anlatılar peygamberlerin mütevazı kişiler oldukları yönündedir. Onları aşırı derecede kutsallaştırarak onları putlaştırmış oluyoruz. Efsanelerin kökenlerini çarpıtarak bozduğumuz gibi, peygamberlerin öğretilerini de bozuyoruz. İsa’nın oğul olması önemli değildir. Muhammed’in miraca çıkması da önemli değildir. Önemli olan peygamberlerin istediği vicdanlı insanı ortaya çıkarmaktır.

Peygamberler niçin kutsal göklere itiliyor? Öğretileri sulandırma art niyeti söz konusu edilebilirse de asıl sebep ümmetlerin peygamberleri yarıştırma dürtüsüdür. Her ümmet kendi peygamberini yüceltme ihtiyacı duyarak öğretileri ikinci plana atmıştır. Bunu yaparken de peygamberlerin ağızlarından çıkmamış sözleri peygamber sözü olarak dayatmışlardır. Dinleri bu çıkmazdan kurtarmak hedefini güdenler ise “öze dönüş” söylemiyle geçmişe dönmüşlerdir. Oysaki geçmiş (peygamberlerin yaşadıkları veya yaşadıkları varsayılan zaman kesiti) öze dönüş hareketlerinin yaşandığı zamanlardan çok farklıdır. Bin yıl sonrasını bin yıl öncesinin hayat standartlarıyla donatamayız. Öyle görülüyor ki geçmiş de putlaştırılıyor. Henri Bergson “hayat hamlesi” diyerek bu putlaştırmanın önünü kesmeye yeltenmiştir. Zaman sabit değildir. Zaman aktıkça hayat değişiyor. İsa’nın ya da Muhammed’in yaşadığı zamanları öğretinin temeline koyamayız. Öğretinin ortaya atıldığı zaman dilimi değil öğretinin kendisi önemlidir. Fakat putlaştırma eğilimi yüzünden peygamberlerin yaşadıkları zaman dilimleri esas tutuluyor. Bu eğilime göre, çağımızda bir peygamber gelecek olsaydı herkesin kıyasıya eleştirdiği 21. Yüzyıl kutsal zaman kılıfına bürünecekti ve peygamberin öğretisi yine gölgede kalacaktı.

Karamazov Kardeşler adlı yapıtında Dostoyevski sözünü ettiğimiz bütün eğilimlere değiniyor. “Zosima Dedenin Konuşma ve Öğütlerinden” başlıklı bölümden birkaç alıntıda bulunacağız: “…Hayvanları sevin. Kişioğlu, hayvanlara hükmetmeye kalkışma. Günahsızdır onlar. Oysa sen, büyük olduğun halde, varlığınla çürütüyorsun, pisliğe boğuyorsun yeryüzünü, arkanda yalnızca pislik bırakıyorsun… Yeryüzünde çok şey gizlidir bizden, ama buna karşılık, başka bir dünyayla, göksel, yüce bir dünyayla aramızda canlı bağlar bulunduğunu bildiren gizli duygular bağışlanmıştır. Zaten duygularımızın, düşüncelerimizin kökü de başka dünyalardadır… Tanrı başka dünyalardan aldığı tohumları dünyamıza ekmiş, bahçesini yetiştirmiştir. Filiz verebilen tohumlar filizlenebilmiştir…”[2]

Yüce bir dünyayla aramızda canlı bağlar bulunduğunu bildiren gizli duyguların bağışlandığı inancı Bergson’un sezgiciliğiyle örtüşüyor. Bu itibarla Bergson hem akılcı hem sezgicidir. Dengeyi kurmaya çabalamıştır. Filiz verebilen tohumların filizlenebilmesi (hepsinin değil, bir kısmının filizlenebilmesi) Zosima Dedenin akılcı yönüdür. İnsanoğlu kendi büyüklüğüne güvenemeyerek savruluyor. Aynı insanoğlu peygamberlerin zaten peygamberlik sıfatıyla büyük olmalarını yeterli görmeyerek onları putlaştırıyor, aklı sıra onları daha da yüceltiyor. Oysaki peygamberlerin yüceltilmeye ihtiyaçları yoktur.

Putlaştırmak sabitleştirmektir. Donuk hale getirmektir. Öğretilerin içini boşaltmaktır. Nihal Atsız’ın “Dalkavuklar Gecesi”ni herkes beğenerek okur. Dalkavuklar da beğenerek okuyor. Ne var ki kendilerindeki dalkavukluğa körleşerek okuyorlar. Peygamberlere yönelik dalkavukluk ise onları haddinden fazla yüceltmektir. Peygamberlerin öğretilerini değil de peygamberlerin kendilerini merkeze koymaktır. Dalkavukluk bu itibarla öğretileri maskelemektir, örtmektir, gizlemektir. Çünkü vicdanlı öğretiler çıkarlarımızla uyuşmuyor. Putlaştırma durağanlıktır. Bergson’un hayat hamlesine terstir. Durgun gölde hamle yapılamaz. Tekâmülün önü kesilir. Hıristiyan Batı Avrupa durağanlıktan çıkmaya gayret etmiştir. İslam coğrafyası ise durağanlıktan çıkma cesaretinde yaya kalmıştır. Türkiye her şeye rağmen en fazla mesafe alabilmiş tek müslüman ülkedir. Bunun nedeniyse Türk milletinin putlaştırmaya az çok direnç gösterebilmesidir. Rusya ve Çin karşısında yenik düşen Türkistan’da böyle olmamıştır. Kazan merkezli Tatar aydınlanması yetersiz kalmıştır. Özbek yazar Abdullah Kadiri bir romanında şunları yazıyordu: “Halk müslüman, han müslüman, bey müslüman ve her şey usulüne kitabına uygundu görünüşte. Hükümler şeriate göre veriliyordu. Hırsızlık yapanın ya eli kesilir ya da kellesi darağacında sallandırılırdı. Zina yapan kadın ve erkek taşlanarak öldürülür, içki içenlere kırk sopa vurulurdu. Reis efendi mülazımlarının eline sopa tutuşturarak namaz kılmayanları veya farz-a ayınları bilmeyenleri dövdürürdü. Ama yine de hırsızlıkların veya fuhuşhanelerin tamamen önlendiği söylenemezdi. Ömrü boyunca alnı secdeye değmeyenler çok olmakla birlikte herkes otuz iki farzı fazla zorlanmadan sayabilirdi. Birçoklarının evleri şarap deposu haline geldiği gibi izbe yerlerde gizlice içki satanlar da vardı.”[3]

Protestan ahlâkının kendi içindeki tutarlılığı demeyelim ama kendi içindeki dinamikleri sayesinde Batı Avrupa uygarlık yolunda bütün dünyanın önüne geçmeyi başarmıştır. Daha sonrasında Kuzey Amerika bu kervana eklenecektir. Japonya ve Kore bunları takip etmiştir. Müslüman sosyalistlerinin öncüsü Nursultan Galiyev aydınlanma yanlısı olmakla birlikte Batı’nın refahını Doğu’nun zenginliklerinin sömürülmesine bağlamıştır. Fakat tabii ki Avrupa’nın üstünlüğünü yalnızca sömürüde görmek yanıltıcıdır. Geç-Ortaçağ denilen zaman diliminde Avrupa’da bilimin yaygınlaşıp gelişmesini mümkün kılan birtakım koşullar (ortam) hazırlanmıştır. Bu koşulların neler olduğuna burada değinmeyeceğiz. İdil-Ural Türklerinin parlak isimlerinden Şehabeddin Mercani ise kendi imkânları dâhilinde İslam reformu peşinde koşmuştur. Mercani’nin çabasını Ahmet Kanlıdere’nin kaleminden okuyalım: “Mercani, İslam dünyasının geri kalışının temel sebebini dinin son zamanlarda yanlış yorumlanmasına bağlıyor, Müslümanlardaki fikrî durgunluğun sebebini son dönem ulemasının taklit yoluna sapmasında görüyor. Müslümanların yeniden terakki yoluna girebilmeleri için selef denilen ilk dönem müslümanlarının dinamizmini ve akidevî saflığını yakalamak gerektiğine inanıyordu. Bu yüzden, İslam’ı saran hurafelerle mücadele etmeyi ilke edinmiştir. İmam Hanbel, İmam Malik, İmam Şafii ve İmam Hanife gibi orijinal fikirli âlimlerin yorumlarının sonradan gelenler tarafından dondurulduğu, bunun neticesinde müslüman halkın mezhep kalıpları içinde kalmaya, yani düşünmeden, sorgulamadan itaate (taklide) zorlandıkları görüşündeydi. Mercani bu kayıt ve kalıpları kırmaya çalışıyordu. Yeni meseleler üzerinde fikir yürütmek ancak bu taklit anlayışı kırıldıktan sonra mümkün olabilecekti.”[4]

İdil-Ural Türkleri (çok daha öncesinde ise Avrupalı öğrenciler) ilim tahsil etmek amacıyla Buhara ve Semerkant gibi kendi çağının gözde şehirlerindeki medreselere gidiyorlardı. Söz konusu medreseler şimdinin Batı üniversitelerinin gördükleri işlevi görüyorlardı. Zaman içerisinde Türkistan medreseleri durağanlaştı ve önce Avrupalı öğrenciler, ardından da İdil-Ural coğrafyasının Türk öğrencileri buralardan ayaklarını kestiler. 19. Yüzyılın ortalarından itibaren bilhassa İdil-Ural Türkleri yüksek tahsil için İstanbul’u tercih etmeye koyuldular. Fatih Kerimi’den Halim Sabit’e pek çok öğrenci İstanbul mekteplerine yazıldılar. Türkistan gerilerken Türkiye ve Azerbaycan tökezleyerek de olsa modernleşme gayretini sürdürdü. Ordinaryüs Profesör Aydın Sayılı geri kalmışlığın nedenlerini araştırırken Avrupa’da felsefenin ve bilimin kiliseden bağımsızlığını kazanabilmesini işaret ediyor. Bunun yanı sıra felsefe ve bilim de zaten kilise katında itibar kazanmaya başlıyordu. Doğu’nun başlıca eksiği kurumsallaşma idi. Hıristiyan dünyasında felsefe ve sanat artık dinin hizmetkârı olarak görülmekteydi. Bir uzlaşı ortamı doğmuştu. Avrupa krallıkları henüz kendilerini yeterince güçlü sayamıyorlardı. Oysaki müslüman dünyasının çok güçlü devletleri vardı. Bu kudret yüzünden müslüman devletler kendi zeminlerini felsefeye dayandırma ya da felsefeyle besleme ihtiyacını duymuyorlardı. Felsefe bireysel çabalara bırakılmıştı. İslam coğrafyasının düşünürleri din ile felsefeyi ancak kendi çabalarıyla uzlaştırmak durumundaydılar. Onların bu çabaları Aydın Sayılı’nın ifadesiyle şahsî görüşler olarak kalıyordu. “İslam dininde Katolikliğin resmî Kilise müessesesine benzer bir müessese ve otorite (din adamları hiyerarşisi) bulunmadığı gibi, Allah ile insan arasında esasen mutavassıt (aracılık eden) herhangi bir dinî otoriteye de yer verilmemekteydi… Hıristiyan dünyasında din ile Aristo’nun uzlaştırılması, İslam dünyasında ise böyle bir görüşün kabul edilmemiş olması bu iki toplumdaki ilmî çalışma temposu üzerinde önemli etkiler yapmıştır. İslam dünyasında birçok din adamlarının ilme ve özellikle felsefeye biraz şüpheyle bakmış olmalarına karşı Hıristiyan din adamları felsefeye ve özellikle Aristo felsefesine önem vermeye ve bu yoldan ilimlerde bilgi sahibi olmaya rağbet göstermeye başladılar.”[5]

Görüldüğü üzere İslam coğrafyasında kurumsallaşma problemi yaşanmıştır. Bugün de kısmen böyledir. Osmanlı Türkiyesi bu kurumsallaşma eksiğini Tanzimat’tan itibaren fark ederek başlatmıştı. Mustafa Kemal Atatürk ise ardı ardına kurumlar oluşturmuştu. Buna rağmen halen daha bireysel çabalarla yürüyoruz. Kurumlarımız sağlam geleneklere kavuşamıyor. Türkiye ve İslam dünyası tökezlemeye devam ediyor.

Metin Savaş

[1] Fred Gladstone Bratton, Yakın Doğu Mitolojisi (Eski Yakın Doğuda Tanrı ve Tarih Hikâyeleri), sayfa 23, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul 1995

[2] Fyodor Dostoyevski, Karamazov Kardeşler, sayfa 331-332, Can Yayınları, İstanbul 1991

[3] Abdullah Kadiri, Ötgen Künler, sayfa 209, İleri Yayınları, İstanbul 2009

[4] Ahmet Kanlıdere, İdil-Ural ve Türkistan’da Fikir Hareketleri, sayfa 83, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2021

[5] “Ortaçağ İslam Dünyasında İlmî Çalışma Temposundaki Ağırlaşmanın Bazı Temel Sebepleri” Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı’nın bu makalesi “The Observatory in İslam – Ankara 1960” adlı kitabından yine kendisi tarafından tercüme edilmiştir.