DÜŞÜNCE

Saçmalığın Sınırında Gerçeklik Duvarına Toslamak

Halk anlatılarının ve inançlarının o büyülü boyutunun “gerçek (real)” yönünün bulunduğu bir sır değildir. Bilinmezlikler insanı ürkütür, tedirgin eder. Karanlık ortam da böyledir. Karanlığın çökmesiyle aydınlığa örtü çekildiğinde bilinmezlik baş gösteriyor. Halk anlatılarının temel unsurlarından biridir karanlık. Aydınlığa örtü çekildiğinde insanın hayal gücü ateşleniyor. Gece karanlığı ile mezarın karanlığı arasında ilinti kuran insanlık ölüm korkusuna kapılıyor. Gecenin soğukluğu gibi ölüm de soğuk olarak algılanıyor. Kaldı ki toprağın altı da yeryüzünden daha soğuktur. Doğanın kuytu yerleri, dağların belenleri, uçurumlar, mağaralar, mezarlıklar ve ormanlar hep karanlıkla ve ölümle özdeşleşmiş ürkütücü mekânlardır. Evlerin çatı katları ile bodrum katları da tedirgin edicidir. Yalnızca çocuklar değil yetişkinler bile söz konusu kuytu yerlerden çekinirler. Çuvaş Türklerinden buna bir örnek gösterelim:

“Evin altına, toprağın içine nührep, sakay, tipsakay, uray adı verilen bodrum gibi bir saklama alanı inşa edilir. Burada birtakım olumsuz güçlerin bulunduğunu ve insanlara zarar verdiğini anlatan çok sayıda efsane vardır. Bir anlatıya göre Esrel (Azrail), insanın canını almak için evin altındaki bu bölmeden gelip bizle delerek ruhunu alırmış… Bodrum, ölülerin dünyası olan yeraltıyla bir tutulmakta, ölüler dünyasının iyesine kurban sunularak beklenmedik ölümlerin önüne geçilmesi amaçlanmaktadır.”[1]

Doğanın bütün kuytulukları; belenler, yarlar, inler, ormanlar, mezarlıklar, kuyular ve bodrum, gece karanlığınca soğukturlar. Mezarlarla kuyuların inşa edilmiş olmaları doğadan ayrı tutulmalarını sağlamıyor. Bodrumlar ve çatı katları için de aynı durum geçerlidir. Ölümün yüzü soğuktur. Anadolu’nun pek çok yerinde mağara gömütler bulunuyor. Yeryüzündeki karanlık yerlerin yeraltına iniş-çıkış delikleri şeklinde algılanması nedeniyle ürkütücü varlıklar da bu deliklerden sızarak insanlara musallat olacaktır düşüncesi kendiliğinden kolayca türeyecektir. Çocukluğumuzda hepimiz evlerimizin bodrumuna tek başımıza inmeye korkmuşuzdur. Elektriğin olmadığı eski zamanlarda bodrum katına inmek ya da çatı katına çıkmak ayrı bir tedirginlikti. Yeraltına geçit verdiği düşünülen her delik bir tehlikedir. Çuvaş efsanesinde ölüm meleği Azrail’in ev altındaki bölmeden çıktığı inancı karanlık yerlerle ölüm arasındaki bağıntıyı vurguluyor.

Mitlerdeki çift-değerlilik ilkesine değinirsek, kiler ve sarnıç işlevi gören bodrumlar hem serindir hem de yiyeceklerin ömrünü uzatan koruyucu mekânlardır. Ama aynı zamanda bodrum gibi toprak altı mekânları çürütücü yerlerdir. Mumyalanmış cesetler karanlık yerlerde çürümeksizin yüzyıllarca kalabiliyorlar. Yiyecekler buralarda daha geç bozuluyor. Eski zaman insanlarının ölümle dirimi bir tutmaları olgusu biz modern insanlara o hurafelerin gerçek (real) yönünü yansıtmaktadır. Aslına bakılırsa güneş ışınları da çürütür fakat aynı zamanda güneş canlandırır. Doğanın kendi yasalarındaki bu zıtlıkları kendi çağlarının koşullarında başarıyla gözlemleyen insanoğlu çift-değerlilik kuralını keşfetmiştir. Çift-değerlilik olgusu bir hurafe değil bir yaşam gerçeğidir. Örneğin, birdenbire edinilmiş çok fazla para o parayı edinmiş kişiyi refaha da kavuşturabilir perişanlığa da sürükleyebilir. Bu itibarla servet de olumlu ve olumsuz boyutlarıyla çift-değerlidir. Dinsel inançlar bir kişiyi iç dünyasında huzurlu da kılabilir onun zihnini birtakım takıntılarla kararta da bilir.

Bilinmezlik korkusuyla insanoğlunun hayal gücü tetikleniyor demiştik. Bu tetiklenmeler doğada var olmayan kimi ürkütücü tuhaflıkları varmış gibi gösterebiliyor. Gulyabani, cadı, karakoncolos ve benzeri şeyler insanoğlunun havsalasında gerçeklik kazanıyorlar. Korkularımız yüzünden umacılar türüyor. Çarşamba gecelerinde erkek tayfasına musallat olan Çarşamba Karısı diye bir şey gerçekte yoktur. Kadınlar tayfası belki de çok eski zamanlarda kendileriyle erkekler tayfası arasına mesafe koymak gereksinimiyle Al Karısı türünden şeyler uydurmuşlardır. Bu uydurmalar bir süre sonra hem uyduranların hem de uydurmaların hedefi olanların inandıkları gerçekliklere dönüşüyor. Bu bakımdan (ve aslında pek çok bakımdan) eski çağların insanlarıyla yeni çağların insanlarının mantığı aynı işliyor. Politikacı dediğimiz yöneticiler de kendi toplumlarını kontrol altında tutabilmek ve seçmenlerini dize getirebilmek uğrunda umacılar üretiyorlar. Bu üretmenin teolojideki karşılığı “şeytan fakirlikle korkutur” sözüdür. Toplumun moralini çökerten her olumsuzluğu dış ya da şer güçlere bağlamak dürtüsü bu kapsamdadır. “İktidara kızmayın zamları Allah yaptırıyor” söylemi de aynı mantıkla üretilmiş olan kâh gülünç kâh tehlikeli bir söylemdir. Fakat bu türden dize getirici söylemlerin müşterisi çoktur. İnsanoğlu kendisini kandırmaya da kendisinin başkalarınca aldatılmasına da heveslidir. Demek ki ortada iki suçlu vardır: Karakoncolosları dayatanlar ile karakoncolosları benimseyenler. Teolojinin bu tehlikeli yönüne Takiyettin Mengüşoğlu şöyle işaret ediyor:

“İnsan sanat, bilgi, teknik, politik ve benzerleri gibi eylemleriyle herhangi bir şeyi gerçekleştirmeye, herhangi bir şeye şekil kazandırmaya çalışır. Her gerçekleştirme zaten değerlerle, değer ögeleriyle bezenmiştir. Anlam ve değerlerle bezenmeyen bir gerçekleştirme olamaz. Değer-sferine kayıtsız kalan bir eylem, ancak bir doğa olayı olabilirdi; fakat anlam ve değerlerle dolu olan insan eylemi, bir doğa olayı olamaz. Çünkü doğa olayları anlamdan yoksundurlar. Doğa olaylarında bir anlama yer yoktur; yoksa kendimizi bilim, felsefe ve insan hayatı için çok tehlikeli olan teolojik görüşe kaptırmış, onun metafizik kurguları içine düşmüş oluruz.”[2]

Mengüşoğlu insan eylemlerinde bilinçli hedefler bulunduğunu, oysaki doğanın olaylarında önceden programlanmış mekanik hareketler bulunduğunu söylemek istiyor. İnsan eylemlerini doğanın hareketleri gibi algıladığımızda düşünceye, bilime ve sanata yer kalmayacaktır. Bir ülkenin ekonomik sıkıntılarını yeryüzünden çekerek kutsal göklere havale ettiğimizde, zamları yaptıranın Allah olduğuna inandığımızda iktisat bilimi anlamını yitirerek havada kalacaktır. Mengüşoğlu’nun çok tehlikeli teolojik görüşe kapılmak uyarısından maksadı budur. İktisat bilimi gökler için değil yeryüzündeki insanlar içindir ve Tanrı da iktisatçı değildir. Bu yalın gerçekleri görebilmemiz için ayaklarımızın yere basması gerekiyor. Aksi takdirde ipin ucunun kaçması çok kolaydır. Sokaklarda işlenen cinayetleri insan cinsinden katillere değil de karakoncolos türünden muhayyel varlıklara bağlayacak olduğumuzda hukuk ve adalet de işlevini yitirmiş olacaktır. Karındeşen Jack bir ecinni sayılsaydı Scotland Yard teşkilatına gerek kalmayacaktı. Cinayetleri katillere Allah işletiyor dediğimiz anda kriminolojinin yerini kadercilik doldurur ki böylesi bir durumda Allah’a iman etmiş birinin “çocuğumun katilinin bulunmasını yetkililerden istiyorum” demeye hakkı kalmaz. Çünkü yegâne yetkili artık yeryüzünde değildir. Oysaki suçlular, polisler, kanun koyucular ve kanunları işletenler yeryüzündedirler. Zamları yaptıran ve cinayeti işleten Allah ise o yetkililer Allah’ı mı tutuklayacaklar?

Albert Camus gibilerin çok kimselere aykırı görünen sert direnişleri insanlığın saçmalıklarının ayırdına varmış olmalarından kaynaklanıyor. Bunun yanı sıra yaşamın saçmalığı kanısı Albert Camus gibilerde şiddetle yer ediniyor. Biz buna “saçma insan bilinci” diyebiliriz. Fransız edebiyatı profesörü Cruıckshank başkaldırı edebiyatı bahsinde şunları söylemiştir: “İnsanların çoğu kendilerini özgür sanır ve hayatlarının gittiği yolu seçerler ve hayatlarına belirli bir biçim vermeye çalışırlar. Böylece biri elektrikçi, öteki memur, ve daha bir çokları da bir şeyler olmaya çalışırlar. Hepsinin de bir amacı vardır. Ancak ufak bir düşünce bu amaç fikrinin de insanı ne kadar sınırladığını gösterir. Bu durumda insan belirli bir hayat tarzına uyacak, bazı ahlâksal ve sosyal ölçülere bağlanacak, bir sürü monoton işlemlere boyun eğecektir. Ama ‘saçma insan’ bu sınırları çok iyi bilir. Çünkü, saçma deneyinin bir parçası zaten bu sınırların tanınmasına bağlıdır.”[3]

Biz insanlar yeryüzünün sınırlarını bilmek zorundayızdır. İnsanlığın her eylemini kutsal göklere yorduğumuzda hukuk fakültelerini de iktisat okullarını da kapatmak daha anlamlı olurdu. İnsan eliyle inşa edilmiş olan mezarlarla kuyuları nasıl ki doğadan ayrı tutmamak eğiliminde isek, bodrum ve çatı katlarına nasıl ki doğanın bir parçası muamelesinde bulunmaya meraklıysak, bizleri yöneten politikacıları da kutsal göklere yükseltmeye hevesliyizdir. Fakat bu durumda akıl ve bilim gölgede kalacaktır. Üstüne üstlük işlevsizleşme derecesinde gölgede kalacaktır. Bodrum katıyla çatı katının sınırını akılcı tavırla çizmediğimizde “saçma insan bilinci” başkaldıracaktır.

Metin Savaş

[1] Cemalettin Yavuz, Çuvaş Mitleri ve Efsaneleri, sayfa 118-119, Bengü Yayınları, Ankara 2021

[2] Takiyettin Mengüşoğlu, İnsan Felsefesi, sayfa 237, Doğu Batı Yayınları, Ankara 2021

[3] John Cruıckshank, Albert Camus ve Başkaldırma Edebiyatı, sayfa 103, Da Yayınevi, İstanbul 1965