Fransız düşünür Étienne Bonnot de Condillac (1714-1780) insanoğlundaki yanılsamaların kaynaklarını irdelerken “körpe çocuk” örneğini temel alır. Burada yalnızca biyolojik çocukluğu kastetmiyoruz. İlkel çağlardaki atalarımız da deneyim yetersizliklerinden ötürü bir bakımdan çocuksu sayılmaktadırlar. Gerek çocukların gerekse ilk çağlardaki ataların en büyük eksikliği zaman farkıdır. Biz modern insanlar milyonlarca yıllık birikimlerin üstünde oturduğumuz için atalarımızdan çok tecrübe sahibiyizdir. Atalarımız kendi uygarlık serüvenlerinde yürüdükçe ve çocuklar da büyüdükçe hayat deneyimlerini arttırırlar. Günümüzdeki yetersiz görünümlü toplumların bir kısmı ise gelişmiş toplumlara oranla çocuksu tanımına uymaktadırlar. Basit bir misal verelim: Şayet ki demokrasiyi olgunluk kabul ediyorsak, demokrasiyi henüz tam sindirememiş toplumlar demokratik toplumlara kıyasla çocuksudurlar. Çünkü onların demokrasi tecrübeleri iyiden iyiye pekişmemiştir. İnsanlık durumlarının her alanında yetişkinlik ile çocuksuluk ayrımı gözetilebilir.
Condillac, evrendeki nesnelerin biz insanlarda derin izlenimler bıraktığı kanısındadır. Gerçekten de böyledir. Algıladığımız bütün nesneler bize dokunurlar. Bu dokunuşlar bizde muhtelif izler bırakırlar. Yüzlerce sayfalık bir kitabı okuduğumuzda o kitaptaki bütün satırları ve doğru yanlış bilgilerin tamamını ezberimizde tutamayız fakat o kitaptan bize muhtelif izler kalır. Evrendeki görünen ve görünmeyen varlıkları algılayışımızda da böyle oluyor. İşte bu edinmiş olduğumuz izlenimler nedeniyle bizlerde yalan yanlış önyargılar, önkabuller ya da yanılsamalar toplanıp birikir. Condillac özlü sözler dediğimiz yargıların bile aksaklık barındırdığı düşüncesindedir. Donuklaşmış birikimler insanoğlunu tıkanmaya sürükleyebiliyor. Eric Hoffer insanoğlundaki donuklaşma eğilimine “kesin inançlılık” adını vermiştir. Henri Bergson ise sağduyu dediğimiz meziyetin altüst olabildiğinden yakınırken düşüncelerimizi nesnelere uyduracak yerde, o nesneleri kendimizdeki düşüncelere uydurduğumuzu söyler. Oysaki nesneler evrende hazırdırlar. Bizler o hazır bulduğumuz nesneleri algılayıp tanımlarken birtakım yanılmaların tuzaklarına düşeriz. Nesneler gerçekten de bizim algıladığımız gibi midirler? Sorun buradadır! Örneğin bir yazar bir kurmaca yapıt ürettiğinde pek çok okuruyla birlikte epeyce eleştirmen o yazarın kurmaca yapıtını çözümleyip yorumlar. Kimi zaman o yazar itiraza yeltenerek “Ben yapıtımı sizin anladığınız ya da anlamak istediğiniz şekilde inşa etmiş değilim” serzenişinde bulunur. Bir politikacı da ağzından kaçırdığı bir tümceyi ne seçmenlerinin ne de gazetecilerin çarpıttıkları anlamda söylemediğini belirtir.
Biz insanlardaki en belirgin yanılsamalardan biri Tanrı üzerinedir. Türklüğün en bilge şamanı Dede Korkut yalın gerçeği idrak ederek Tanrı hakkında “kimse bilmez nicesin” demiştir. Tanrı acaba bizim tasavvur ve tahayyül ettiğimiz gibi midir? Tanrı görür diyoruz ama Tanrı’nın göz adını verdiğimiz organı yoktur. Şu hâlde Tanrı biz insanların gördüğü şekilde görmüyor demektir. Fakat bizler göz organını başka türlü hayal edemediğimiz içindir ki Tanrı’nın görmesini kendimizdeki görmeye benzetiyoruz. Böyle benzetmemiz aslında doğaldır çünkü, az önce söylediğimiz üzere, göz organını da görme eylemini de kendimizdeki şeklinin dışında hayal etmemiz neredeyse imkânsızdır. Bu sabit düşünüşlerimizi bilimkurgu yapıtlarında hep buluyoruz. Örneğin bir başka gezegendeki zeki varlıkların yaşantılarını betimlerken onları kendimizden yola çıkarak kurguluyoruz. Başka gezegenlerdeki zeki varlıkların ileri teknolojilerini düşlediğimizde ışın kılıçları tasarlıyoruz. Pekiyi ama başka gezegenlerde kılıç bulunması zorunlu mudur? Her gezegene kesici gereçler lâzımdır diyerek kestirme yanıtlara sığınabiliriz. Bununla birlikte biz insanların geçmişinde kılıç bulunduğu için diğer gezegenlerdeki zeki varlıkların uygarlıklarına da kılıcımızı dayatmış olmuyor muyuz? Çelikten de olsa ışından da olsa kılıç kılıçtır ve evrendeki bütün zekâların aynı gereci tasarladıklarını varsaymamız belki gerçekçidir belki yanılgımızdır. Burada hemen belirteyim ki diğer gezegenlerdeki zeki varlıklar da muhtemelen bizim uygarlığımızı kendi uygarlıklarına benzeterek tanımlayacaklardır.
Condillac bizim tanıdığımız (ve tanımladığımız) nesnelerin zihnimize kazındığını söyler. Öylesine kazınmışlardır ki bizler artık o nesnelerin başka türlü var bulunmuş olabileceklerini düşünemeyiz. Fakat belki de onlar bizim tanıdığımız ve tanımladığımız özelliklerden çok farklıdırlar. Nesne dediğimizde, varlıkları işaret ediyoruz. Bize görünen ve görünmeyen her varlıktan konuşuyoruz. Tanrı bir nesne değildirse de düşüncemizde ve inanç alanımızda vardır. Benim kişisel görüşüme göreyse Tanrı bir varlık değildir. Tanrı bana kalırsa varlık ötesidir. Fakat elbette varlık ötesini tanımlamamı isterseniz çuvallarım. Bilmediğim hiçbir şeyi ifade edemem. Üstüne üstlük, Tanrı’yı ben öyle algılıyorum diye Tanrı öyle olmak zorunda bulunmuyor. Söylemeye çalıştığım şey Tanrı’yı kendimize benzeterek kavrıyor olmamızdır. Dede Korkut’un kimse bilmez nicesin dediği Tanrı bambaşkadır. Evrendeki nesneleri algılayıp tanımladığımızda ise mutlak surette yanılgıya düştüğümüz de söylenemez. Algılarımızın bir yönü sakat olsa bile algılarımızın bir yönü doğrudur. Aksi takdirde inanç da bilim de varlık alanı bulamazdı. Her algımız yanlış olsaydı bilimin ciddiyeti kalmazdı.
Bu yazıyı kaleme almazdan kısa bir süre önce muhitimdeki bir köyü ziyarete gitmiştim. Roman kurgularımda işime yarayacak birkaç karakter yakalamıştım orada. Köyde tanıştığım bu karakterlerden biri cinlerle konuştuğunu anlatmıştı. Biz o köylü vatandaşa inanırız ya da inanmayız. Ona ya şizofrenlik yükleriz veya ermişlik atfederiz. Bizler ne dersek diyelim cinlerle konuşuyor olması onun kendi gerçekliğidir. Bir şarlatan yalan söyleyebilir ancak bir şizofren kendi gördüğüne inanır. Bizim nesneleri algılayışımız ve tanımlayışımız da böyle değil midir? Bakış ve idrak alanımız çerçevesinde algılıyoruz. Bizi kuşatan çerçeveyi kırıp da idrak alanımızı ne kadar genişletebilmekteyiz? Condillac’ın saptadığı üzere, farkına vardığımız kavrayışlar ve farkına varamadığımız kavrayışlar söz konusudur. Şiddetli ve dokunaklı bir görüntünün bizde bıraktığı izlenimleri pek güzel hatırlarız. Fakat o görüntünün geri kalan kısmından aynı anda almış olduğumuz izlenimleri daima unuturuz.
Condillac, kendilerine yatkınlaşıp alıştığımız şeyleri bilmeye karşı bir ilgisizliğimizin yer aldığını söylüyor. Bununla ne demek istiyor? Kanıksadığımız bir nesnede başka çehreler aramaya eriniriz çünkü arayışa giriştiğimizde önceki algımızın belki yanlış belki eksik olduğunu görebileceğiz. İşte bu yeni görüş yüzünden konforumuz zedelenecektir ve kendimize kurmuş olduğumuz dünya örselenecektir. Condillac diyor ki; başka başka toplumların başka diller konuştuklarını biliyor olmasaydık kendi dilimizin doğuştan geldiğine inanırdık. Eric Hoffer’ın “kesin inançlılık” dediği yerdeyiz. Bizler doğuştan dil bilmiyoruz. İçine doğduğumuz toplumun dilini büyüdükçe öğreniyoruz. Her toplum kendi dilini kutsal sayabilmektedir. Araplara göre Arapça cennetin dilidir. Akdeniz dünyasına hükmetmiş bulunan Latinler acaba Latince hakkında nasıl bir yargıya sahiptiler? Bütün dünyanın ortak iletşim dili konumundaki İngilizce herhalde İngiliz milletinin gurur kaynağıdır. Bir buçuk milyar kadar insanın resmî dili olması itibarıyla da Çince hiç kuşkusuz Çin halkının övüncüdür. İspanyolca konuşan ülkelerin sayısının çokluğunu da anımsayalım. Türkler katında ise Türkçe kutlu dildir. Gelgelelim bütün bu önkabuller insanlığın bütününü kapsamıyor. Türkçe Türkler katında kutludur. Arapça ise Tanrı katında kutlu değildir. Arapların kuruntularını insanlığa hiç kimse dayatamaz. Almanların ya da İsrailoğullarının kendilerini üstün ırk görmeleri yalnızca kendilerini bağlayan yanılgılardır. Bilge Kağan’ın Tanrı gibi gökte olmuş olması yalnızca bizim gerçekliğimizdir. Bizim gerçekliğimiz ise başkalarının gerçekliği değildir.
Metin Savaş
Yorumla