“Kapitalizm ve onun karşıtı olarak Sosyalizm” tarzında herhangi bir ideolojik polemiğe girmeksizin “Tüketim kültürü bir din midir?” sorusuyla başlıyoruz bu yazımıza. Ve evirip çevirmeden, doğrudan doğruya diyoruz ki, reklamlar birer ilahidir. Böylelikle de “Tüketim kültürü bir din midir?” sorusunun yanıtını ilk paragrafta vermiş oluyoruz.
Mircea Eliade “kutsal otomobil kültü” olgusunu irdelerken işbu olgudan mitsel davranışların ortaya çıkabileceğini belirtiyor. Andrew Greeley’den alıntıladığı örneğe yaslanan Eliade, otomobil fuarlarının dinsel bir gösteri olduğu düşüncesindedir. Fevkalade büyüklükteki alışveriş merkezleri, görkemli mağazalar, fuarlar ve benzeri mekânlar birer tapınaktırlar. Otomobil sergilerindeki bayan mankenler ise birer rahibedirler. Burada esas olan şey müşteriyi tavlamaktır, ayartmaktır, tahrik etmektir. Kurumlaşmış din de ayartma üzerine inşa edilmiştir dediğimizde şimşekleri üzerimize çekeceğimizin farkındayızdır. Başta ilahiler olmak üzere pek çok dinsel unsur tavlayıcı niteliğe sahiptir. İlahiler heyecanı diri tutarlar. Reklamlar da tüketicinin alışveriş tutkusunu hem palazlandırırlar hem de heyecanın zayıflamasına ket vururlar. Kösnüllük bir ranttır. Otomobil tutkusu şehvetten başka bir şey değildir. İşte bu şehveti manken-rahibeler kabartırlar. Yalnızca erkek müşteriler için değil, kadın müşteriler için de manken-rahibelerin büyüleyici etkisi vardır. “Renkler, ışıklar, müzik, hayranların derin saygısı, tapınakta rahibelerin (mankenler) bulunması, şatafat ve lüks, paraların saçılıp savrulması, yoğun kalabalık işte bütün bunlar, bir başka kültürde dinsel törenlerin usul ve sırasına uygun gerçek bir ayin oluşturabilir.”[1]
Bir başka kültür olarak “tüketim kültürü” müstakil bir yaşam tarzıdır. Tüketim kültürü evrenseldir. Hıristiyanlık ve İslamiyet nasıl ki bütün insanlığa hitap edebiliyorsa, tüketim kültürü de ırk, kültür ve hatta medeniyet ayrımı gözetmeksizin, bütün ideolojilerin üstüne çıkabilen küresel bir uygarlıktır. Ekolojik dengeyi mahvetme pahasına daima yürürlüktedir. Tüketim kültürünün mürşitleri ve müritleri aymazlığın sadık kullarıdırlar.
Geleneksel mekânlardaki dinsel metin levhalarının yerini şimdi artık bilboard dediğimiz reklam panoları doldurmuştur. Alışveriş merkezlerindeki kalabalıklar ise büyük/merkez tapınaklardaki cemaatin muadilidir. Katedraller, ulu camiler veya altın mabetler bile Outlet’ler derecesinde cazip değillerdir artık. Geleneksel semt pazarlarındaki alışverişler çok daha doğal ve insani iken modern devasa çarşılardaki alışverişler cemaatle ibadet hükmündedir. “Tıpkı büyükannenizin pudingi gibi” türünden reklam sloganları kışkırtma amaçlıdır ve Eliade’nin söylemiyle, mitsel davranışları ortaya çıkarmaktadır. Kelimelerin kutsanmışlığı uyarınca tıpkı ve gibi sözcükleri vurguyu güçlendirmek için tek cümle içerisinde yer almalıdır. Reklam metnine ya da görsel reklamın sahnesine konuşlandırılan büyükanne çok açık bir şekilde ana tanrıçadır. Biz tüketiciler içimizdeki veya dışımızdaki tanrıçaya hayır diyemeyeceğimiz içindir ki Knorr çorba olsun, Dr.Oetker puding olsun, büyükannemizin hünerli elleri karşısında yelkenleri suya indirmekteyizdir. Marka logolarıyla Mr. Muscle’ın figürleri ise birer ikondurlar. Tüketmek ibadettir. Biteviye alışveriş güzel ameldir. Şehrin kaotik trafiğinden sıyrılarak kent dışındaki AVM’ye uzanan çevre yolunu kat ettiğinizde sırat köprüsünden başarıyla geçmiş gibi oluyorsunuz. Alışveriş merkezlerinin otomatik kapıları sizi başka bir âleme çekiyor. Binbir Gece masallarındaki mağara kapısının şifresi açıl susam açıldır. Mağara kapısının ardındaysa hazine vardır. Otomatik kapıların ardında da binbir çeşit ürün bulunmaktadır. Refah, tatmin ve haz!
Alışveriş merkezleri, Zygmunt Bauman’ın ifadesiyle arıtılmış mekânlardır. Dışarısını sorumsuzca kirletirler ama kendi içlerinde hijyeniktirler Yine de bu hijyen yalnızca görüntüdür. Orada her yer elektrik yüklüdür. Sağlığımız tehdit altındayken bizler arıtılmış mekânlarda mutluyuzdur. Bauman’ın saptamasıyla, buralar kamusal fakat medeni olmayan yerlerdir. “Tüketicilere hizmet etmek ya da, daha doğrusu, şehir sakinlerini birer tüketiciye dönüştürmek üzere inşa edilen mekânlardır.”[2] Kurumsal din nasıl ki şehirliyse, tüketim tapınakları da kentlidir. Yığınlara hitap eder. Muayyen bir kültür ve refah düzeyini gerektirmektedir. Bu düzey burjuvayı değil de güruhu hedefler. Arıtılmış mekânlar olarak “alışveriş tapınakları” kendi müritlerini yetiştirmekte pek fazla zorlanmazlar. Kurumlaşmış din gibi tüketim kültürü de afyondur. “Kalabalık bir mekânda kaçınılmaz olan karşılaşmalar kişi ile hedef arasına girer,” diyor Bauman ve ekliyor; “(bu karşılaşmaların) kısa ve yüzeysel olmaları gerekir. Tarafların istediğinden daha uzun ve daha derin olmamalıdırlar. Mekân, bu kuralı ihlal etme ihtimali olanlara (tüketicilerin veya alışveriş yapanların muhteşem yalnızlığını bozabilecek her tür işgüzara), davetsiz misafire ve benzerlerine karşı iyi korunur. İyi korunan, gerektiği gibi gözlem altında tutulup kollanan bir tüketim tapınağı dilencilerden, aylaklardan, tacizcilerden ve başıbozuklardan arındırılmış (ya da en azından öyle olduğu varsayılan) bir düzen adasıdır.”[3] Biz bu bağlamda Ütopya Adası diyebiliriz. Birer tapınak olarak alışveriş mekânları büyüleyicidir. Mağaranın otomatik kapısından girdiğinizde rüya başlar. Oradan çıkarken orgazmı yaşayarak çıkarsınız. Rüya görmeseydik ya çıldırırdık ya da ölürdük. Tüketim kültürünün müritlerinin de kendi düşlerine ihtiyaçları vardır. Onlar ne bireydir ne de toplum. Başka bir şeydirler. Güruh demiştik zaten.
Şimdi de Sigmund Freud’a kulak kabartalım: “Sanatçı, aslında, ilk ortaya çıktığı şekil içinde içgüdülerini tatmin isteğinden vazgeçmesi yolundaki talepleri kabul etmediği için realiteye sırtını dönen ve böylece fantezilerle dolu bir hayat içinde erotik ve tutku dolu arzularının oyunlar oynamasına izin veren kişidir.”[4] Freud’un bu tanımlaması tartışmalı bir tanımlama olsa da, biz burada, sanatçının yerine tüketiciyi koyduğumuzda alışveriş tapınaklarında oyun oynandığını savlayabiliyoruz. Kullarının ibadetlerine Tanrı’nın ihtiyacı yoktur ama tüketicilerin oyunlarına hem tüketim mabetlerinin (yani kapital tanrılarının) hem de bizzat tüketicilerin gereksinimleri vardır. Oyun rüyadır. Tüketiciler, sanatçılar gibi, realiteye sırtını dönenlerdir. Bu anlamda her tüketici birer sanatçıdır. Tapınağın ışıltılı sahnesinde ayrı bir gerçekliği oynarlar. Bu gerçeklik absürt bir gerçekliktir. Gönüllü aldanmışlık söz konusudur burada.
Birtakım ibadetlerin şeklî (biçimsel) yönleri baskındır. Örneğin, dinsel inançlar bağlamında, düşünmek ve sorgulamak da ibadettir ama biçimsel ibadetler zihin mesaisi gerektirmediği için müminlere daha cazip geliyor. Öğrenmek, tefekkür etmek ve sorgulamak hem daha külfetlidir hem de rahatlığı bozucudur. Bozucu ve külfetlidir çünkü taklide dayalı değildir. Oysaki biçimsel ibadetler taklitle sınırlıdır. Kimi müminler taklide dayalı ibadetlerin entelektüel irdelemesine soyunsalar da gündelik yaşamın içindeki müminler söz konusu şeklî ibadetlerin düşünsel yönünü hiç umursamazlar. Onlar kendi dünyalarında mutludurlar. Tapınım dediğimiz şey budur. Tanrı’ya niçin o şekilde tapındıklarını bilmezler. Sorgulamaksızın, yani bilinçsizce o türden ibadetleri periyodik olarak tekrar ederler. Biz buna mekanik ibadet diyebiliriz. Bilinçsizce tekrarlayıp durdukları o mekanik ibadetlere Tanrı’nın ihtiyacı bulunmadığını söylem olarak kabul ederler, gelgelelim eylem alanında hiç de öyle değildir, o müminler o mekanik ibadetleri Tanrı ile özdeşleştirirler. Burada zihin devre dışıdır ve ibadetin kendisi neredeyse tanrılaştırılmıştır.
İşte tüketim kültürünün mensupları tüketim tapınakları karşısında böylesi bir bilinçsizliğin, böylesi bir zihin tembelliğinin, böylesi bir mekanik rahatlığın konforuna sürüklenirler. Tüketiciler apaçık bir şekilde realiteye sırtını dönenlerdir. Gerçeği görmek istemezler. Sızlanırlar, yakınırlar, veryansın ederler ama bu şikâyetleri hep söylemde kalır. Mekanizm konfordur. İbn Sina bunu şöyle izah ediyor: “Aklın akledileni idrakinin, algının algılananı idrakinden daha güçlü olduğunu bilmen gerekir. Çünkü o (akıl) tümel olarak sürekli olan şeyi akleder ve idrak eder… Onu yüzeysel olarak değil künhü (özü) ile idrak eder.”[5] Görüldüğü üzere akletmek algıdan daha üstündür. Mekanik ibadetlerde algı esastır. İbadetin kendisi algıya dönüşmüştür. Dolayısıyla da ibadet tanrılaşmıştır. İşte tüketiciler de birer mümin gibi, sorgulamayı ötelemiş birer mümin gibi künhü (özü) dışlamışlardır. Tüketim tapınakları ile tüketim çılgınlığı özdeş hale gelmiştir. Mekân olarak alışveriş yerleri ile eylem olarak alışveriş tutkusu aynileşmiştir. Artık idrak yoktur. Yalnızca haz vardır. Tüketiciler kendi dünyalarında (kendi mekânlarında) mutludurlar. Mutlu oldukları yer alışveriş adalarıdır. İdraksiz din ütopya adasıdır. Algıyla yetinme konfordur. Nitekim İbn Sina şöyle diyor: “Aklî kuvvemizin bilfiil yetkinliği meydana geldiğinde şeyin kendisinde olması gereken hazzı bulamayız. Bu, beden engelinden dolayıdır.”[6] Demek ki düşünce haz almayı engelliyor. Kısacası, düşünmek ve sorgulamak rahatsızlık vericidir. Haz bedendir ve beden ise mekândır. İşte bu nedenledir ki bütün dinlerdeki tapınaklar gösterişlidir. Görsellikleri baskındır. Alışveriş merkezleri, mağazalar ve fuarlar görkemli olmak zorundadırlar. Akla değil bedene hitap ederler. Görselliklerinden ötürü göze hitap ederler. Çünkü göz yalnızca algılar. Zihin ise sorgular. Görmek ile bakmak arasındaki ayrım malumdur. Göz bakar. Zihinse görür. Rahatsızlık verici gerçeği görür.
Metin Savaş
[1] Mircea Eliade, Mitlerin Özellikleri, sayfa 244, Alfa Mitoloji, İstanbul 2016
[2] Zygmunt Bauman, Akışkan Modernite, sayfa 150, Can Yayınları, İstanbul 2017
[3] Zygmunt Bauman, sayfa 151
[4] René Wellak-Austin Warren, Edebiyat Teorisi kitabı içinde Edebiyat ve Psikoloji başlıklı bölüm, sayfa 93, Dergâh Yayınları, İstanbul 2011
[5] İbn Sina, En-Necât (Felsefenin Temel Konuları), sayfa 224, Kabalcı Yayıncılık, İstanbul 2013
[6] En-Necât, sayfa 224