Tarih

Avrupa Merkezci Tarih Yazıcılığı

Türk tarihçiliğin temelinde yer alan önemli meselelerden birisi Avrupa Merkezci tarih yazıcılığıdır. Eğer bu anlayış yer almamış olsaydı dünya tarih kitaplarında diğer milletlerin katkılarının yanı sıra, Türklerin katkıları da doğrudan, pekâlâ belirtilebilir, çağlar Avrupalıya göre ayrılmazdı.

Avrupa, hem etnik açıdan hem de dini açıdan kendini dünyanın diğer ülkelerinden üstün, farklı ve ileri seviyede görmektedir. Dünyadaki diğer milletlerde olduğu gibi Türk milleti de yıllarca bu tarih yazıcılığını kabullenmiş ve eğitim yuvalarında kendi tarihleri dahi bu perspektifle anlatılmıştır. Söz konusu diğer milletlerin tarihi gelişimleri hakkında yeterli bilgimizin olmayışı onlardan ziyade konuyu Türk milleti ve Türk tarihi açısından ele almaya sevk etmektedir.

Yıllarca tarih kitaplarında anlatılan, sınıflarda çağları gösteren şeritlerde bulunan bilgi “Karanlık Çağ”ın başlaması ve son bulması olmuştur. 476-1000 yılları arasına tekâmül eden bu zaman silsilesi niçin Türk milleti için karanlık çağ olmalıdır ki?

Türkler, tarihin en erken dönemlerinden itibaren çağlarının çok ilerisinde bir yaşam sürmüşlerdir. Örneğin, demirin işlenmesiyle birlikte, çağdaşı olan diğer milletler karşısında oldukça fazla artılara sahip olabilmişlerdir. Demirin işlenmesi demek, silah sanayiinin doğrudan güçlenmesi demektir. Ayrıca yine demiri işleyerek yaptıkları üzengiler sayesinde de at biniciliği konusunda ustalaşmışlardır. Bu da yine onları diğer milletler karşısında oldukça üste çıkartacak bir etkendir.  Atatürk’ün Türk Tarih tezinde de anlatmak istediği gibi, Türk milletinin tarihi çağlara dönemlere ayrılması gerekiyorsa bu tamamıyla kendine özgü bir yöntemle olmalıdır. Avrupa merkezci tarih yazıcılığı, Türk tarihçiliği karşısında oldukça eksiktir.

Çok daha eskiye gitmek gerekirse, İskit/Saka Devleti kimi kaynaklarda Bozkırın Kuyumcuları unvanıyla yer almaktadır. Bu unvanın altında yatan temel neden, altını işleme konusunda oldukça büyük başarılar sergilemiş olmalarıdır. Yine aynı devlete ait olan Pazırık Kurganları hakkında da elde edilen bulgular oldukça şaşırtıcıdır. Gördes Düğümü tekniği ile dokunan halılar, bu gelişmişliğin bir başka göstergesidir. Aynı tarihlerde Avrupalı diye bir millet henüz yoktur. Peki o hâlde cevaplanması gereken bir diğer soru da bu olmalıdır? İskitler maden işlemelerini, halı dokumacılığını yapacak kadar gelişmiş bir teknolojiye sahipken, niçin tarih yazıcılığı konusunda Avrupa merkezi bir yaklaşım izlenmeye devam etmektedir? Aslına bakılacak olursa Türk tarihi için çağları belirlemek oldukça basit görünmektedir ve bu çağlar Avrupa Tarih Yazıcılığının çok üzerindedir.

Bilinen genel yargı insanların oradan oraya göçerek yaşamlarını sürdürdükleri yönünde olmuştur. Ancak, elde edilen bulgular neticesinde anlaşılmaktadır ki yerleşiklik konusunda da diğer konularda olduğu gibi Avrupa merkezli tarih yazıcılığı bencilce yaklaşmaktadır.  Çünkü çalışmalar Avrupa’ya ve Rönesans’ı izleyen dönemlerdeki uygarlaşma sürecinin gelişimine yoğunlaşmaktadır.[1]

Bilinen en eski yerleşim yerleri ve tarihlendirmeleri şu şekildedir:

Göbeklitepe= MÖ 10.000

Varanasis= MÖ 3000

Çayönü= MÖ 6000

Anav= MÖ 4000

Çatalhöyük= MÖ 7000

Bununla birlikte etnologlara göre evcilleştirildiği bilinen hayvanlar ve evcilleştirilme tarihleri ise şu şekildedir:

Köpek = MÖ 12.000

Keçi =  MÖ 7000

Koyun, İnek = MÖ 6000

Deve, At = MÖ 3000

Horoz = MÖ 4000

Tablonun değerlendirmesine bakacak olursak hayvanların evcilleştirilmesi hayatı olumlu etkilemiştir. Sorunun temelinde tarihler vardır. Konar göçer bir hayat tarzı çizilmek isteniyorsa, insanlar için 6000-7000 yıllarında deve ya da at yetiştiriciliği yapıyordu demek doğru olmayacaktır. Çünkü deve ve at 3000’lerde evcilleştirilmiştir. Türkistan sahasının önemli bir kısmında küçükbaş hayvancılıkta koyun, büyükbaş hayvancılıkta ise at yetiştirilmiştir. Peki, bu insanlar MÖ 15.000’lerde konar-göçer yaşayabilir miydi? İnsanların doğadaki ilk hedefi, kötü hava koşulları, korku, ısınma vb etkenler nedeniyle barınak olmuştur. Dolayısıyla yerleşiklik çok daha öncedir. Öncelikle insanlar kendilerine sabit yaşam alanı oluşturmuşlardır. Bu temel sorunu, yurt, otağ, çadır vs adı her ne olursa olsun bunlarla en aza indirgemişlerdir. Bu barınaklar ise koyun vb hayvanların derisinden yapılmıştır. Koyunun 6000’lerde evcilleştirilmiş olması hatırlardan çıkarılmamalıdır. Deriden önce ise ağaç ya da başka doğal malzemelerle bu ihtiyaçlarını görmüşlerdir. MÖ 12.000-10.000’ler arasına tarihlendirilen ve bugünkü Yakutistan sınırları içerisinde bulunan Lena Kaya resimleri boyalarla çizilmiştir. Dolayısıyla bu insanlar en fazla 100 km ileriye gidip dönmüş olmalıdırlar. Hayatta kalabilmeleri için derme çatma da olsa barınaklarına dönmek zorundadırlar. Uzun mesafe yol kat etmesi gerekmişse de at, eşek vb kullanmalıdır. Bunun için ise söz konusu hayvanların evcilleştirilmeleri gereklidir. İnsanların hareket kabiliyetleri hayvanları evcilleştirmeden önce çok daha azdır. Yani zihnimizde canlandığı gibi oradan oraya sürekli göç süreçleri yoktur. Tarım için de hayvanlara ihtiyaç vardır. Bu sebeple aşağı yukarı aynı tarihlerdir denebilir. Hayvanların ihtiyaçlarına göre göç etmişlerdir. Önce yerleşik bir hayat sürmüşler bundan sonra konar-göçerlik hayata geçmişlerdir. Doğaya dayalı bir yerleşik sistem söz konusudur. Konar-göçer hayata başlanabilmesi için bir hayvana ihtiyaç vardır. Hayvanı olmayan bir insanın yaylaya çıkmasının da bir mantığı yoktur. MÖ 15.000’lerde at, koyun, deve gibi hayvanları olmayan insanların, Hun döneminde olduğu gibi yaylak-kışlak arasında göç ettiği söylenemez. Bu insanların göç hareketi varsa bile çok daha dar alanda olmalıdır. Yani yükselti farklarında bir göç yapılmış olması pek mümkün görünmemektedir ve mantıklı bir izahı da söz konusu değildir. Üstelik madencilik yapıyorsa da yerleşiklik olmazsa olmazdır. En nihayetinde demir, gümüş, altın rezervlerinin bulunduğu dağlar sırtlanıp götürülemeyeceği gibi, madenlerin işlendiği atölyeler için de aynı durum söz konusudur. Yenisey Havzası’ndaki Kırgız Türkleri demircilikle ünlüdür. Altaylar’ın eteklerindeki Kök Türkler de öyledir. Bu sebeple biz demirciliği bıraktık gidiyoruz deme şansları yoktur. İnsanlar başlangıçtan itibaren yerleşik sistemde yaşamışlardır. O yüzden her boyun ir mekânı vardır. Hayvanlarını evcilleştirmeden önce de orada yaşamışlardır. Daha sonra kendi bölgelerinde yer seçmişlerdir. Eğer başıboş olsalardı eski geleneklerine göre yaşam alanları tespit edip, şekillendiremezlerdi. Örneğin; bugün hala Altaylar’da her kabilenin bir dağı vardır. Demek ki insanlar yüzlerce yıldır aynı sahada yaşıyor ki oraları sahiplenmişlerdir. Atın evcilleştirilmesinden çok daha önce Anav’da setler, ibadethanelerin bulunduğu köy vardır. İnsanların bu aşamaya gelmesi için belirli zamana ve kültürel bir birikime ihtiyaç vardır.

Yine yazılı tarihlere ve arkeolojik bulgulara dayanarak bu sorunun da kolayca bir adım gerisine gidebiliriz. Son Buzul Çağı’nın sonuna, yani MÖ 11.000 yılına kadar bütün kıtalardaki bütün halklar hala avcılık ve yiyecek toplayıcılığı ile geçiniyordu. MS 1500 yılında görülen teknolojik ve siyasal farklılıkların gerisinde, MÖ 11.000 yılıyla MS 1500 yılı arasındaki farklı anakaralardaki farklı halkların farklı hızda gelişim göstermiş olması gerçeği yatıyordu. Avusturalya ve Amerika yerlileri avcı/yiyecek toplayıcı olarak kalırken, Avrasya halklarının büyük bölümü, Amerika’da ve Sahra’nın güneyinde yaşayan halkların epeycesi tarım, hayvancılık, metal işleme teknolojisi, karmaşık siyasal örgütlenme evrelerine geçmişti.[2]

Dipnotlar 

[1]Jack Goody, Tarih Hırsızlığı, çeviren, Gül Çağalı Güven, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2012, İstanbul, s.199.

[2] Jared Diamond, Tüfek Mikrop ve Çelik, çeviren, Ülker İnce, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, 2010, Ankara, s.5.