Tarih

Küba Krizi ve Türkiye

GİRİŞ

16 Ekim 1962’de ortaya çıkan Küba Krizi bir diğer adıyla Ekim Füzeleri Bunalımı olarak bilinmektedir. Bu süreç dönemin bu iki süper gücünün, birbirilerini tehdit etmesiyle başlamıştır. Küba’da Batista diktatörlüğüne son veren Fidel Castro, iktidara gelerek ekonomik refah, sağlamaya başlamıştı. Bu durum Küba’da iş yapan ABD şirketlerinin çıkarlarına uymuyordu. ABD, Castro muhaliflerine destek verince Küba, Sovyetler Birliği’yle işbirliğini genişletme yoluna gitti. Sovyetler Birliği ise bu isteğin üzerine ABD’nin sınırı olan Küba’ya nükleer başlıklı füzeler yerleştirmeye karar verdi. ABD bu duruma karşı çıktığıysa da Sovyetler Birliği geri çekilmedi. Sovyetler Birliği’nin bu tutumu karşısında ABD, Sovyetler Birliği’nin sınırı olan Türkiye’ye füzeler yerleştirdi. Bu hadisenin akabinde devletler birbirlerinden bazı isteklerde bulunarak yardım istemiştir. Küba Krizi, böylece patlak vermiş ve 13 gün sürmüştür.

Krizin temelinde yatan neden elbette ABD’nin, Küba’da Fidel Castro hükumetini devirmek istemesidir. Belirtilen amaçla beraber krize neden olan etmenler önem kazanmaktadır. Bu yazımızda Küba Krizi’nin ortaya çıkmasındaki etmenler, krizin gelişimi, Türkiye’nin krizdeki rolü ve sonuçları yer alacaktır.

1945-1962 Yılları Arası ABD – SSCB Arasındaki İlişkiler

Tarih süresince iki kutuplu denge, güçlü iki devlet ve güçlü devletlerin çevresinde kümelenmiş küçük devletleri gerektirmiştir. Avrupa’nın dünya politikasından çekilişinden sonra, dünyada en az yirmi yıl boyunca net çizgileriyle ABD ile Sovyetler Birliği “iki kutuplu” niteliğindeydilerİkinci Dünya Savaşından güçlü çıkan devletlerin ABD ve Sovyetler Birliği olması, 1970’lere kadar iki farklı ideolojinin çatışmasına sebebiyet vermiştir. İki “Süper Devlet” in bloklara ayrılması bu çatışmanın başlangıcı olmuştur. (Sander, 2014: s.201) ABD kapitalist blok, Sovyetler Birliği ise komünist blok olmak üzere blok liderleri arasındaki mücadele uzun süre devam etmiştir. Bu dönemde blok dışında kalan devletler, bağlantısızlar adında üçüncü bir oluşumu kurmuş, sömürge halindeki devletler bağımsızlıklarını kazanma yolunda önemli adımlar atmışlardır. Bloklar içinde yer alan ülkeler ise çeşitli siyasi ve ekonomik avantajlar sağlamışlardır. (Sander, 2014: s.203)

İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya’ya karşı olan iki süper devlet, savaş sonrasında farklı siyasi yollar izlemeyi tercih etmişlerdi. Sovyetler komünist bir politika izlemeyi tercih ederken ABD kapitalist bir politika izliyordu. Sovyetler, Doğu Blok’undaki tüm komünist devletleri çevresine topluyor, Batı Blok’undaki devletler ise ABD ile birleşiyordu.

Marshall Plan’ının uygulanmaya başlandıkça Sovyetler Birliği ile Batı Blok’unun arasındaki ipler daha çok gerginleşmişti.   Batılılar, Berlin’i kuşatma altına alan Sovyetler Birliği’ne karşı gelemese de Sovyetlerin şartlarına ve koşullarına boyun eğmemek için her türlü erzak yardımında bulunmuşlardır. Sovyetlerin üzerine yürüyememelerinin nedenlerinden bir tanesi ise, İkinci Dünya Savaşı’ndan yıpranmış bir şekilde çıkan Avrupa ülkelerinin toparlanmaya başlamışken tekrardan başka bir dünya savaşından başarılı çıkamayacaklarını bilmeleridir.  (Sander, 2014: s.250-252)

Japonya’nın tesliminden sonra Sovyetler Birliği’nin Kore’nin kuzeyini işgal altına almasına karşın, ABD de Kore yarımadasının güneyini işgal altına almıştı. İki tarafın bölgeleri sınırlandırılmıştı fakat Sovyetlerin argümanına göre, Kuzey Kore kurallara uymayıp 38. Enlem sınırını geçmişti. ABD’nin yardım çağrısıyla Birleşmiş Milletler ordusu tarafından saldırı durdurulmuş, 3 yıl süren Kore savaşı sona ermiştir. Ayrıca Kore Savaşı’ndan bir sene önce başlayan ve savaş süresince devam eden ABD ve Sovyetler Birliği’nin bomba deneyleri hususundaki silahlanma çekişmesi de hızlanmıştı.

Sovyetler Birliği’nin teknoloji bakımından gelişim göstermeye başladığını gören ABD, bu durumu bir tehdit olarak görmüş, akabinde Sovyetler Birliğine bir casus uçağı yollamıştır. ABD’nin iddiaları kabul etmemesine rağmen, yakalanan casus, hakkındaki suçlamaları kabul etmiştir. Bu durumdan hoşnutsuz olan Sovyetler Birliği, ABD’den bir özür beklemiş ancak karşılığında istediği özrü alamamıştır. Böylece Doğu-Batı bloku arasındaki ilişki tam anlamıyla sarsılmıştır.

Berlin ablukasından sonra toplanan Batılılar, saldırı altındaki bir batı ülkesinin yandaş ülkeler tarafından yardım alması konusunda anlaşmalarıyla beraber, ABD önderliğinde Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) resmi olarak kurulmuştur. (Sander, 2014: s.265) Böylece Sovyetlerin Avrupa üzerindeki hakimiyeti kısıtlanmış vaziyete gelmiştir. Batılı devletlerin 1949’da NATO’ya katılmalarıyla, Doğulu devletler Sovyetler Birliği önderliğinde Varşova Paktı’na katılmışlardır. (Sander, 2014: s.272) NATO üye devletlerine karşı birbirine destek olmayı hedefleyen bu pakt, Doğu ve Batı devletleri arasında yıllarca sürecek olan ‘silahlanma yarışının’ temellerini atmış bulunuyordu.

İkinci Dünya Savaşı’nda ABD ve Sovyetler Birliği’nin arasındaki gerginlikler geçiştirilmiş olabilirdi ama aralarındaki ideoloji farkından dolayı birbirlerine uyum sağlayamayacakları belliydi. O dönemin yazarları, henüz savaş devam ederken bu iki devletin birbiriyle zıt düşeceğini öngördüklerini belirtmişlerdir. İki devletin liderleri ve öncüleri tarafından yazılan anılarda bunun aksini iddia etmemektedir.

KÜBA KRİZİ

Küba krizinin etmenlerinden biri ABD’nin Türkiye topraklarına Jüpiter adlı uzun menzilli nükleer başlıklı füzeler yerleştirmesine dayanmaktadır. Sovyetler Birliği, kendi sınırlarına yakın bir bölgede yerleştirilmiş olan füzelerden endişe duymuş ve ABD’nin yakın bir bölgesine nükleer başlıklı füzeler yerleştirmekten de geri kalmamıştır.

Soğuk savaşın en önem arz eden krizlerinden biri olarak yerini alan Küba Krizi, aslında ABD ile Sovyetler Birliği’nin 1962 yılında gelişen olaylar doğrultusunda birbirlerine karşı hasım tavırlarıyla patlak vermiştir. Krizin başlangıcı ‘Domuzlar Körfezi Çıkarmasının’ sonrasında ABD’nin Küba’da yapabileceği herhangi bir müdahaleye karşın Khrushchev’in endişe sebebiyle Sovyet donanmasını Küba’ya göndermiş olmasıdır. Oysa, Kennedy, Domuzlar Körfezi Çıkarmasının başarısız neticelenmesiyle Sovyetler Birliği’nin Berlin’de baskısını artıracağını düşünerek Küba girişiminden vazgeçmiştir.

Sovyetler Birliği’nin, 1957 yılında ilk yapay uyduyu uzaya göndermesi(İzmir, 2017: s.179) Amerika ve yanında duran NATO ülkeleri tarafından uzay yarışında Sovyetlere karşı geri kalındığı fikrini doğurmuştu. Amerika ise bu geride kalma fikri silmek için NATO ülkelerine orta menzilli, “Jüpiter” füzeleri yerleştirmeyi düşünmüştü, fakat çoğu ülke risk almak istemediğinden dolayı bu teklife yanaşmadılar. Teklifi kabul eden üç tane ülke vardı; İngiltere, İtalya ve Türkiye. Coğrafi konumunun uygun olması sebebiyle füzeler Türkiye’ye yerleştirilmişti. (Sever, 1997: s.648) Füzelerin yerleştirildiğini öğrenen Sovyetler Birliği lideri Nikita Khrushchev, verilen karara karşılık Küba bölgesine benzer füzelerden yerleştirmiştir.

Küba’da SSCB Füzelerinin Konuşlanması

Amerika’nın düşürülen casus uçağından sonra, Küba ve Sovyetler Birliği arasındaki ilişkiler daha da sıkılaşmış ve karşılıklı olarak başkentlerinde Büyükelçilikler açtırmışlardı. Kendini Amerika’nın yönetiminden soyutlayan Küba, kendi devletini kurarken aynı zaman da diğer ülkelerle de diplomatik ilişkiler kurmaktaydı. Bunun öncüsü de Sovyetler Birliği ile yaptığı anlaşmadır. (Pehlivanoğlu, 2003: s.45)

Bu süreçte Amerika ise hala Küba ile şeker ithalatı yapmaktadır. Küba’nın SSCB ile yakınlaşması sonucu şeker ithalatını azaltmıştır ve bu da Küba’yı ekonomik açından zarara sokmuştur. Ancak Sovyetler Birliği, Amerika’ya ihraç edilecek şeker yüzdesiyle ilgilendiğini belirtmiş ve bunu satın almak istemiştir. Böylece Amerika, Küba’nın işini zorlaştırmaya çalışırken, Sovyetler Birliği ile daha da yakınlaştırmıştır. 1960’ın temmuz ayı boyunca, Küba’nın Sovyetler Birliği tarafından koruma altında olduğu ve Küba’nın bu durumdan dolayı Sovyetler Birliğine müteşekkir olduğu Nikita Khrushchev, Che Guevera ve Castro tarafından açıklanmış ve yorumlanmıştır. Bu yakınlaşmanın temelini Castro olarak gören Amerika, 1960 Ağustos ayında Castro’ya bir suikast hazırlar ve zehirli bir puro ile öldürmeye çalışır. Ancak başarısız olunca Castro’nun daha sert bir tutum almasına sebebiyet verir. (Pehlivanoğlu, 2003: s.46)

Aynı yılın Eylül ayında ise Sovyet askeri malzeme yardımı Küba’ya gönderildi. Malzemelerin gönderilmesi ile eğitimler de başlatılmıştır. Böylece Küba’nın sağlam bir ülke olabilmesi adına askeri ve ekonomik açıdan gelişmeler başlamıştır. 24 Mart 1961 tarihinde ise Küba’nın Finans Bakanı olan Juan Bosch’dan Amerika’ya gönderilen bir mektupta, Küba’nın bir bölümünün füzeler için füze rampalarının hazırlanıldığı açıklamasında bulunmuştur. Amerika İç İşleri Bakanı durum üzerine yaptığı açıklamada, Küba’nın Sovyetler Birliği tarafından maddi ve manevi desteklendiğini, Sovyetler Birliğine sırtını yasladığını ve Amerika hariç kuzey yarım kürede en güçlü orduya sahip olduğunu belirtir ancak açıklamada Bosch’un gönderdiği mektup ve iddialarına yer verilmemiştir. (Pehlivanoğlu, 2003: s.49)

Türkiye’de ABD Füzelerinin Konuşlanması

Füzelerin, Türkiye’ye konuşlanması fikri ilk 1957’de NATO Güvenlik Konferansında ortaya atılmıştır. Füzelerin yerleştirilme sebebinin, Türkiye’nin güvenliğini geliştirmek olduğu belirlenmiştir. Konferans bitiminde ise NATO ülkeleri, füzelerin konuşlandırılması fikrini kabul eden ve etmeyen olarak ayrılmıştır. 1962 yılında yerleştirilen füzeler, Türkiye için önemliydi çünkü Türkiye çoğu Avrupa ülkesinin alamadığı bir risk almıştı. Türkiye’nin teklifi kabul etmesinin başlıca nedenleri; Sovyetler Birliği’nin baskılarından korunmak, Amerika ile ilişkilerini geliştirmek ve ülkenin strateji bakımından önemini arttırmaktı. Bu füzeler sayesinde Türkiye’ye destek olacak Amerika vardı ve topraklarındaki az maliyetli bu nükleer güç sayesinde Ortadoğu’da bir üstünlüğe sahipti.Türkiye’nin dış politikasındaki tutum iktidar değişikliğinden sonra da sürmüştür. 1962’de dönemin Başbakanı İnönü, füze krizinden hemen bir kaç gün önce, 24 Ekim 1962’de yaptığı bir meclis konuşmasında “Biz tehlike karşısında bulunduğumuz vakit, müttefiklerimizden tesanüt vazifelerini yapmalarını isteyeceğimiz gibi, müttefiklerimizden biri vazifemizi ifa etmemizi talep ettiği vakit, biz de mükellefiyetimizi elbet yerine getireceğiz.” cümlesini dile getirerek amacının ileriye dönük olduğunu ve böyle bir girişimin ileride kendilerine bir faydası olabileceğini belirtmiştir. (Bozkurt, 2017: s. 227-228)

ABD-SSCB Görüşmeleri

İki ülke de füzeleri yerleştirdikten sonra birbirlerinden endişe duymaya başlamıştır. Sovyetler Birliği açıkça belirtmiştir ki, Amerika, füzelerini Türkiye’den çekmediği sürece kendileri de Küba üzerindeki gücünü geri çekmeyecektir. NATO ülkeleri bu şekilde bir çözüme son derece karşıydı çünkü eğer füzeler geri çekilirse itibarları zedelenecekti. Ancak Amerika başkanı John F. Kennedy, Amerika’nın itibarına ve NATO’nun tepkilerine önem verse de karşı karşıya kalabilecekleri nükleer savaş riskini de gözden çıkartmıyordu.

Khrushchev, 27 Ekim’de Kennedy’e bir mektup göndermiştir. Mektupta, Amerika’nın endişesini anladığını, ancak Küba Amerika’nın 90 mil uzaklığında iken Türkiye’nin Sovyet Rusya’ya sınır komşusu olduğunu ve aynı endişeyi kendilerinin de yaşadığını belirtmiştir. (İzmir, 2017: s.180) Amerika’nın Türkiye’deki füzelerini çekmesi karşılığında Küba’daki füzelerini çekeceklerini ve Türkiye’nin toprak bütünlüğünü bozmayacaklarını belirten mektup, Sovyetler Birliği liderinin çözüm bulmaya müştehi olduğunu göstermekteydi.

Mektubun üzerine Başkan Kennedy, kriz ile alakalı bir toplantı yapmıştır. Amerikan kamuoyu, mektubun sunduğu vaatlere tepki göstermiş ve karşı çıkmıştır. Türkiye’ye füze yerleştirme, Amerika’nın NATO anlaşması kapsamında gerçekleşmiştir ancak Sovyetler Birliği, Küba üzerinde hüküm sürerek füzelerini yerleştirmeyi tercih etmiştir.

 Türkiye’nin Füze Krizindeki Politikası

Türkiye, nükleer füzeler sayesinde hem NATO ile olan ittifaktaki yerini öne plana çıkarmayı hem kendine olabildiğince askeri savunma hazırlamayı hedefliyordu. Türkiye’nin bu tavrı pek şaşırtıcı değildi çünkü bu silahlanmayı Sovyetler Birliğine karşı en iyi savunma aracı olarak görüyordu. Aynı zamanda Sovyetler Birliği’nin “nükleer silahlardan arınmış bölge” kurması konusundaki teklifleri reddettiği için, yapılan anlaşmanın olabildiğince hızlı gerçekleşmesini bekliyordu. İtalya bile füzeler hakkında yapılan görüşmelerde çekingen bir tavır sergilerken Türkiye, Amerika’nın yavaş ilerlediğini düşünmekteydi (Sever, 1997: s.655).

Türkiye’nin bu kararını 1960 darbesi de etkilememişti. İlerleyen yıllarda Amerika’dan gelen füzeleri çekme talebi de Türkiye tarafından reddedilmişti. Cemal Gürsel Kabinesi’nin Dış İşler Bakanı Selim Sarper’e göre, füzelerin ödeneğinin meclis tarafından yakın bir geçmişte kabul edilmesinden dolayı, füzelerin geri çekilmesini kabul etmek hükumet için ezici bir durum olarak görülürdü. Ayrıca bu füzeler Türkiye-Amerika ilişkilerinin önemli bir simgesiydi. Füzelerin geri çekilmesi, Türkiye’nin, Amerika’nın gözünde önemli bir müttefik olarak yerini kaybettiğini ve Amerika’nın Türkiye’yi çok önemsemediğini gösterecekti.

Amerikan Dış İşleri Bakanı Rusk, Jüpiter füzeleri yerine Polaris füzelerini Sarper’e önerse de Sarper bu fikirlere olumsuz yanıt verdi çünkü Polaris füzeleri Jüpiterler kadar sağlam değildi, ayrıca hazır da değillerdi (Sever, 1997: s.655). Amerika bu sırada yeni bir doktrin olan “esnek mukabele doktrini”ni yeni bir strateji olarak belirlemek üzereyken, Türkiye bu doktrini Amerika’nın sorumluluklardan kaçış yolu olarak yorumlamıştır ve verilen tüm teklifleri ve talepleri reddetmiştir. Nihayet ABD ve SSCB karşılıklı olarak füzeleri geri çekerek soruna son vermişlerdir.

Sonuç Yerine

Soğuk savaş dönemi ile başlayan Türkiye ve ABD ilişkileri, NATO üyeliği ve Kore Savaşı ile bir üst seviyeye atlamıştır. ABD’nin Türkiye ile müttefik olarak yürüttüğü füze planında SSCB’nin Küba’ya füze koyarak karşılık verme çabası Küba Krizi’nin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. 13 gün devam ederek dünyayı ve özellikle Türkiye, ABD, Küba ve SSCB’yi kapsayan bu bunalım, dönemin en önem arz eden bunalımlarından biri olarak tarihte yer almaktadır.

Füzelerin konuşlandırılması devletleri büyük bir nükleer savaş tehdidi altında bırakırken, Türkiye, bir taraftan komşusu olduğu Sovyetlerin devamlı artan baskıları ve diğer taraftan müttefiki olan ABD’nin arasında kilit noktası olmuştur. Nitekim, Küba’ya füzelerin yerleştirilme kararının önemli sebeplerinden biri ABD’nin Türkiye’ye yerleştirdiği füzelerdir.

ABD-SSCB arasında geçen bu krizde, Türkiye üzerinden herhangi bir anlaşma yapılma olasılığı Türk kamuoyunda öngörülmemiştir. Aynı şekilde ABD kamuoyunda anlaşmanın kabul edildiği konusunda herhangi bir bulguya rastlanmamıştır. Amerika ve Sovyetlerin gizli yürüttüğü bu pazarlığın, dünya kamuoyunda bahsi geçmediği söylenebilir. Metinde bahsedildiği üzere, füzelerin geri çekilmesine eleştirel yorumlar yapılsa da Türk basını Türkiye’nin aleyhine olacak bir pazarlıktan şüphe duymamıştır. Bilakis, bahsi geçen pazarlığı ABD’nin onaylamadığı kanaatindedir. Bunda, pazarlığın Türk kamuoyundan gizli olma ihtimali ve hükümetin pazarlıktan habersiz olması rol oynamıştır.

Nükleer savaş ihtimali her iki devlet kamuoyunda da bir felaket olarak nitelendirildiğinden, liderler geri çekilmemelerine rağmen nükleer savaşa girmekten de çekinmişlerdir. Küba krizi sebebiyle Jüpiter adlı orta menzilli füzelerin kaldırılması Türkiye’nin SSCB için bir tehdit oluşturma ihtimalini de ortadan kaldırmıştır. Böylece iki devletin ilişkilerinin olumlu yönde gelişmesine olanak vermiştir. ABD ile SSCB’nin bir uzlaşmaya varması ve sonucunda Türkiye’deki Jüpiter adlı füzelerin sökülmesi Küba Krizi’ni sona erdirmiştir.

Son olarak krizin çözümünde tarafların üstünlük kurma yoluna gitmemişlerdir. İki devletin karşı karşıya kaldıkları meselelerde yürüttükleri iki temel strateji olan geri çekilme veya ısrarcılık arasından her iki devletinde ilk stratejiyi seçmeleri, global bir felaketi önlemek adına kazançlı çıktıklarını göstermektedir. Türkiye açısından ise Johnson Mektubu’ndan önce Türk-Amerikan ilişkilerinde ABD’nin Türkiye’yi dış politikada bir hamle kartı olarak gözden çıkarabileceğinin mesajı verilmiş, ancak Türk iktidarı ve kamuoyu bu mesajı yorumlayamamıştır.

Kaynakça

BOZKURT, İbrahim, ‘Soğuk Savaş Döneminde Amerika Birleşik Devletleri Türkiye İlişkilerinde Bir Kırılma Noktası: Küba Bunalımı’, Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, Yıl: 5, Sayı: 57, Kasım 2017, s. 221-239.

İZMİR, Bahar, ‘İki Müttefik, Bir Kriz: Türk Amerikan İlişkilerinde Jüpiter Füzeleri Krizi’, Humanitas İnternational Journal of Social Sciences, (2017) Sayı: 5, s.177-192

KENNEDY, Paul, Büyük Güçlerin Yükselişi ve Çöküşleri, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2001

PEHLİVANOĞLU, A. Öner, Küba Krizi ve Nükleer Savaş Eşiğinde Türkiye, Kastaş Yayınevi, 2003.

SEVER, Ayşegül, ‘Yeni Bulgular Işığında 1962 Küba Krizi ve Türkiye’, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt:52 Sayı:1, s.647-660

Çağhan Sarı

1989 yılında İstanbul'da doğdu. Mahmut Şevket Paşa İ.Ö.O'da, Nişantaşı Nuri Akın Lisesi'nde tahsil gördü. 2013 yılında Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü'nden mezun oldu. Aynı üniversitenin Pedagojik Formasyon Sertifika Programını tamamladı.Lisans öğrenciliği sürecince öğrenci sempozyumlarına katıldı.. Eskişehir Gençlik Merkezi'nin tiyatro topluluğunda dört yılı oyuncu, bir yılı yönetmen olmak üzere beş yıl bulundu. Bir çok e-platformda köşe yazıları kaleme aldı. 2014 yılından itibaren Gencay, Öktem, 2023, Ayarsız, Türgen, Yarın dergilerinde yazıları yayınlandı. Uluslararası ve ulusal akademik toplantılarda tebliğ sundu. 2019 yılında Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Cumhuriyet Tarihi Bilim Dalı'nda 'Eskişehir'de Siyasi Hayat 1946-1960' başlıklı teziyle yüksek lisans programını tamamlayarak bilim uzmanı oldu. Halen Karakum Yayınevi'nde editördür.

Devamını oku: https://www.caghansari.net/

Yorumla

Yorum yazmak için buraya tıklayın...