En geniş anlamı ile demokrasi; insanı özgürleştirerek ona kişiliğini, kimliğini ve toplum içindeki yerini serbest iradesiyle belirleme imkânını verir. Böylece özgürleşen kişi, her bakımdan daha verimli, dengeli ve kendisi, toplumu ve dünya ile barışık bir hayat sürer. Demokrasi karşıtı ideolojiler din, ırk, dil vb. unsurları kullanarak kendi görüşlerini topluma zorla kabul ettirmek isterler.
Türk toplumu, Osmanlı’nın son iki yüz yılında ve seksen beş yıllık Cumhuriyet devrinde çok hızlı ve köklü bir şekilde değişmiştir. Bu değişimleri tetikleyen ve gerçekleştiren güçlerin bir kısmı dışarıdan gelmiş; fakat değişmeler Türkiye’nin kültürü, tarihi, kimliği ve siyasi tecrübesine göre şekil almış, yerlileşmiş, bizim olmuştur. Türkiye’de demokrasinin bu kadar çabuk yerleşmesini, kökleşmesini ve toplumun kültürü haline gelmesini kolaylaştıran çeşitli tarihsel, kültürel ve sosyo-ekonomik nedenler vardır. Demokrasi, hem dostunu hem de düşmanını bir arada yaşatabildiği için başka siyasi rejimlerden üstündür.
Türkiye’de demokrasi tutunmuştur ve daha da kökleşecektir, çünkü demokrasinin varlığı ve yaşaması için gereken tarihsel, kültürel, sosyal koşullar bu toplumda bulunmaktadır. Din ve ilim, yani inanç ve akıl, birbirini tamamlar ve destekler. Gerçek ilim sahibi kimse, dini asla inkâr edemez ve gerçek inanç sahibi dindar, ilmin dışına çıkamaz. İlmin ve inancın barış içinde bir arada yaşaması, ancak demokratik rejim içinde mümkündür.
KİTABIN TARİH ÖNCESİ
Bu kitabın temel konusu, Türkiye’nin tek parti rejiminden çok partili demokrasiye geçişidir. Bu olayın 1945-46 yıllarında şeklen gerçekleşmesine rağmen, demokrasiye geçiş mücadelesi günümüzde de olanca şiddetiyle devam etmektedir.
Türkiye’de yaşayan bir kimse olayları tarafsız bir şekilde ele almakta zorlanabilir, duygusal yaklaşımlarda bulunabilir. Oysaki yazar yılın büyük bir kısmında ABD’de yaşadığı için olaylara daha soğukkanlı, başkalarının tesirinden uzak, şahsi arzularının esiri olmadan, akla dayanarak hüküm verebilmiş ve çok yerinde tespitler yapmıştır.
Tarih, canlı bir ağaç gibidir; yaprakları koparılabilir, dalları kesilebilir, gövdesi yok edilebilir fakat kökleri sağlam kaldıkça yine canlanır ve meyvesini verir; olayları gerçek şekli ile aydınlatır.
Siyasi rejimler değişebilir ve değişmeleri esasen olağandır; fakat siyasi rejim değişikliği kültür, felsefe, gelenek ve tarih devamlılığını yok edemez. Modern Türkiye, Osmanlı’nın ‘’millileşerek’’, yani siyasi anlamda Türkiyelileşerek yeniden ortaya çıkışıyla devamlılığını sağlamıştır.
TÜRKİYE’DE DEMOKRASİNİN OSMANLI’DAKİ KÖKENLERİ
Halk iradesini esas ala hükümetler öncelikle ABD’de kurulmuştur. Ancak demokrasi Amerika’da da Avrupa’da da endüstrileşme, şehirleşme, yeni düşünce akımları ve ideolojilerin belirmesi ve yaşam-eğitim düzeyleri yükselen orta sınıfların genişlemesiyle bugünkü şeklini almıştır.
Demokrasinin temeli hürriyettir. Bu hürriyetin ilk ve en açık ifadesi, daha önce de belirttiğimiz gibi, kişinin serbest hareket edebilmesi, istediği şekilde yaşamasıdır ki bu yaşam tarzı geleneksel olabileceği kadar yeni kurallara da uygun olabilir.
Osmanlı Devleti, altı yüz sene belirli bir toplum anlayışı ve bir yönetici grup hiyerarşisi kurup, devlet felsefesi yoluyla kendine özgü bir düzen yaratmıştır. Bu düzen, askeri-reaya veya avam-havas veya yönetenler-yönetilenler olarak bilinir. Osmanlı, daha ilk dönemlerinde, yönetici sınıfın idaresinde, tepede elitist fakat kökenleri halka dayanan bir devlet olarak kurulmuştur. Osmanlı, halka dayandığı için, basit anlamıyla, demokratik bir devletti. Halk, serf olmamış ve kişi hürriyeti devamlı korunmuştur. Böylece Avrupa’nın hayatında büyük rol oynamış, hürriyet ve hukuk düzenini yakından etkilemiş olan feodalite Osmanlı’da yer etmemiştir.
Osmanlı, bir Müslüman’ın, Yahudi’nin, Hıristiyan’ın farklı inanca sahip olmasını boy ya da göz rengi farklılığı gibi tamamıyla doğal karşılıyordu; bir kişi, cemaatin üyesi olarak din, kültür, dil hürriyetini, kimliğini rahatça koruyabiliyordu. Devlet ve idareciler Müslüman olmakla beraber, İslam’ı ‘’gaza’’ ile korumak için gayret gösterdikleri halde idarelerinde bulunan kimselere kendi dinlerini kabul ettirmek için çaba göstermezlerdi. Devlet, Müslümandı ama kültür ve din meselelerinde tarafsız hareket etme gayretindeydi.
Demokrasi, ancak ondan manen ve maddeten yarar bekleyen, manen kendi dünya görüşünü ifade eden ve onun uğruna düşünce üreterek mücadeleyi göze alanlar sayesinde gerçekleştirilebilir. Bu mücadeleyi verecek olan, modern orta sınıftır. Osmanlı’da ve Türkiye’de demokrasinin gelişimi, bu sınıfın ortaya çıkışıyla paralellik izler.
ORTA SINIF VE DEMOKRASİ
On yedinci yüzyıl, Osmanlı medeniyetinin ‘’olgunlaşma dönemi’’ sayılabilir. Orta sınıfın gelişmesi, kitap sayısının artışı ve Sultan Ahmet Camii gibi mimari anlamda şaheser bir yapının bu zamanlara tesadüf etmesi, Osmanlı Devleti’nin askeri anlamda zayıflamasına karşılık, yaşam ve ilim alanında geliştiğini göstermektedir.
On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında orta sınıflar Müslüman ve gayrimüslim olarak ikiye bölünmüşlerdi. Osmanlılık anlayışı, Müslümanlar ve gayrimüslimler arasında eşit vatandaşlık yoluyla siyasi bütünleşme gayretlerine karşın başarılı olamadı. Devlet, bilhassa II. Abdülhamit döneminde, hem modernleşmiş ve kısmen profesyonel bir bürokrasi ve yeni kurumlar yaratmaya gayret etti hem de bunun Müslüman çoğunluğun kültürüne ve özüne uygun bir şekilde almasını sağladı.
Devlet, kendi kurumlarının sözde modernleşmesini baş hedef bildiği, merkezileşme ile merkezi hükümetin gücünü artırmaya gayret ettiği için, yerel idareyle ve dolayısıyla doğmakta olan yeni orta sınıfla devamlı temas halindeydi. ‘’Halka dayanan devlet’’ kavramı eninde sonunda iktidarını, yani hükümeti halkla paylaşması gerektiğini kabul edecekti.
YENİ KURUMLAR VE ORTA SINIFIN SİYASETEN GÜÇLENİŞİ
Önceleri Osmanlı halka dayanan, devlet hizmeti için yetiştirilmiş bir elite sahipken, bu elit sonradan halktan koptu, toplumla bağları zayıfladı. Medreseler, Abdülhamit döneminde ‘’modern’’ okullar haline dönüştürüldüler ya da yok oldular. Ancak bu medreselerin birçoğu ayakta kaldı ve kendi imkânları dâhilinde değişim yaşayarak yeni tipte bir modern İslamcı düşünür yetiştirdiler. Bu medreselerde yetişen kişilerin bir kısmı çağlarına uygun olarak, geleneksel taşra kültürü yanında modern kültürü de benimsemiş, yenilik taraftarı, yeni bir dil eliti idi. Medreselerde ve modern okullarda yetişen yeni tipte ulema ise bu yeni Müslüman orta sınıfın parçasıydı. Onlar, yeni dönemin din sözcüleriydi ki bunları eski ulemadan ayıran yön, akılcı olmalarıydı.
Orta sınıfın ilk kez belirleyici bir şekilde ortaya çıkması ve siyasi güç kazanması, iki kurum sayesinde olmuştur: Vilayet Meclisleri ve bilhassa 1876 Anayasası hükümlerine göre kurulan Mebusan Meclisi. 19. Yy ’da ise bir orta sınıf doğmakla kalmamış, dış dünya ile temas ederek Avrupa yasalarını kabul etmiş ve Osmanlı Devleti de ayakta kalarak modernleşmeye çabalamıştır. Bu orta sınıfın modernist görüşünü anlayan ve onu iktidara ortak etmek isteyen kişi Mithat Paşa olmuştur.
İttihat ve Terakki Devrimi’ni gerçekleştiren kuşak, taşra kasabalarında büyüyen; fakat modern okullarda eğitim gören orta sınıf mensuplarıydı. Bu, her bakımdan bir orta sınıf devrimidir. İttihat ve Terakki dönemi, orta sınıf açısından ele alınırsa, saltanattan cumhuriyete geçişi hazırlayan son derece önemli bir süreç olarak görülür. Milli Mücadele’de halkı seferber ederek yabancı istila güçlerine karşı ilk direnişi sağlayanlar İttihatçılardı ve daha sonra kurulacak Cumhuriyet Halk Partisi’nin şubelerinin birçoğu, ilk dönemlerde İttihat ve Terakki şubeleriydi.
CUMHURİYET DÖNEMİNDE DEMOKRASİ
Milli Mücadele bir millet mücadelesidir ve Türkiye Cumhuriyeti’ne özel bir kimlik veren, derinlikli bir siyasal olaydır. Türkiye’nin Osmanlı geçmişini bugünkü toplumun kökeni sayarsak, Milli Mücadele hem millet olma hem de yeni bir siyasi düzene, yani demokrasiye geçiş mücadelesidir. Siyasal ve sosyal mucize sayılabilecek Milli Mücadele ve Birinci Millet Meclisi (1920-1923) hem demokrasi hem de milli beraberlik örneğidir. Türkiye’de demokrasinin ruhunu Milli Mücadele’de bulmak mümkündür. 1920’de kurulan Birinci Büyük Millet Meclisi’nin hazırladığı ve sonra rafa kaldırılan Halk Programı, o devirdeki demokrasi anlayışını ve halkın demokrasiden ne beklediğini çok açık şekilde ortaya koymaktadır.
1946-50 dönemi, Türk demokrasisi için kendi ihtiyaç ve kültürüne uygun bir demokrasi kurma mücadelesinin başlangıcı sayılabilir. Bu, hem orta sınıfın hem de alttan gelen kitlelerin verdiği bir mücadeledir.
DEMOKRASİ DÖNEMİ GELİŞMELERİ
Yeni orta sınıf halkçı demokratik elitlerin siyasi güç kazanması DP devrinde gerçekleşmiştir. Demokrasi, her şeyden evvel ayrı düşünceleri uzlaştıran, farklılıkları hoş gören bir rejimdir. Buna ‘’demokrasi kültürü’’ denir ve yerleşmesi uzun zaman alır.
DP, güvenilir bir seçim kanununu mecliste kabul ettirdikten sonra 1950’de iktidara sahip oldu. Güvenilir bir seçim kanunu yapmak ve daha önemlisi onu dürüstlükle uygulamak büyük bir devrimdir. Halkın tercihini kabul edip iktidarı DP’ye teslim eden İsmet İnönü, şüphesiz ki Türk demokrasi tarihinde ebedi bir yer kazanmıştır.
Adnan Menderes hakkında nihai hüküm vermek güçtür. Sonuç olarak Türkiye’de halen devam etmekte olan ekonomik, sosyal, kültürel bir devrimin ilk ve baş mimarı olarak tarihimizde önemli ve takdire değer bir yeri vardır. Ama Adnan Menderes ruhen demokrat değildi ve kısa zaman içinde demokrasiden uzaklaştı. CHP’yi kapatmak için kurduğu komisyonlar, İsmet İnönü’ye uyguladığı baskılar gibi tutumları büyük eksikleriydi.
1960 askeri darbesinden sonra işbaşına gelen Milli Birlik Komitesi’nde, devamlı askeri idare altında ‘’milli’’ ve ‘’devrimci’’ bir rejim kurmak isteyen ‘’14’ler’’in yurtdışına gönderilmesi, ordunun siyasi rejim hakkındaki gerçek düşüncesini ortaya koymuştur: Ordu, devlete nezaret etmek istiyor; fakat hükümet olmayı reddediyordu. Türkiye’de ordu yapı, gelenek ve tarih bakımından halka en yakın kurum olarak hiçbir zaman Latin Amerika’da olduğu gibi doğrudan doğruya iktidara sahip olup ülkeyi militarist şekilde idare etmek istememiştir. Ordunun demokrasi taraftarı olduğu şüphe götürmez bir gerçektir.
Demokrat Parti yerine 1961’de kurulan Adalet Partisi’nde yaşanan lider değişimi çok önemlidir. Demirel ve etrafında yetişen kadrolar iki kez (1971 ve 1980’de) askeri darbe ile başbakanlıktan ve iktidardan indirilmişlerdir. İktidar şeklen CHP’ye geçmiş ama halk çoğunluğu AP’yi desteklemeye devam etmiştir. Türkiye’de orta sınıf elitlerin ve bu arada demokrasinin gelişimi, Turgut Özal ile hem nicelik hem de nitelik bakımından büyük bir sıçrama yapmıştır.
Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarı olan Özal, 1982’de çok partili hayata geçişle birlikte siyasete atılarak 1983’te Anavatan Partisini kurdu. Ordunun desteklediği, asker kökenli Turgut Sunalp’in Milliyetçi Demokrasi Partisi’ni yüzde 23,3’e karşı yüzde 45,1 ile mağlup eden Anavatan, 1983’te iktidara geldi. Özal’ın 1993’te ölümü ve Süleyman Demirel’in Cumhurbaşkanı seçilmesiyle, DP etrafında ilk demokrasi mücadelesini veren kuşakların dönemi noktalandı.
CHP’nin laikliğin savunucusu görülmesinin ve bunun için iktidar olmasının mutlak bir ilke gibi gösterilmesinin partiye oy kaybettirdiğini tespit eden Bülent Ecevit, durumun değişmesi gerektiğini anlamıştı. Ecevit hakikaten demokrat ruhlu bir kimseydi. Partinin eski tutucu kadrolarının bir yana itilmesini, tek parti zihniyetine ve alışkanlıklarına son verilmesini istiyordu.
Milliyetçi Hareket Partisi ile Milli Selamet ve nihayet Refah partilerinin sağ uçta partiler olarak ortaya çıkması, Türkiye’de siyasi elitlerin kompozisyonunda, felsefe ve demokrasi anlayışında oluşan çok önemli gelişmelere işaret etmektedir. Bunun en güzel örneği, AKP’nin doğuşudur.
Eğer CHP kendine çekidüzen vererek hakikaten halkçı ve demokratik bir parti olmazsa, eninde sonunda yerini başka bir partiye bırakmak durumunda kalacaktır. Eski faşist imajını bir yana atarak demokratik olduğunu kabul ettirebilir ve halkçılığa yeni, ileriye dönük bir şekil verebilirse, bu parti Milliyetçi Hareket Partisi olabilir.
DEVLET, DEVLETÇİLİK VE ORTA SINIFLAR
Devlet toplumun idaresini, güvenliğini, rahat üretim ve tüketim yapmasını sağlayan bir örgüt, onun siyasi kimliğinin asıl kaynaklarından birisidir. Medeni ve demokratik bir toplum, ancak sağlam bir devlet örgütü sayesinde gelişebilir. Bürokrasi devletin koludur.
Devletçilik; devlet otoritesini ve ekonomiyi ön plana alan, bazı ideolojik değerleri ve amaçları meşruiyet kaynağı yapan siyasi bir rejimdir. Orta sınıflar kendilerine düşman saydıkları sosyalizm, komünizm gibi ideolojilerle mücadele etmek için güçlü bir devlet, bir tür ‘’demokratik devletçilik’’ taraftarı olmuşlardır. Çünkü otoriter veya totaliter bir siyasi rejimin eninde sonunda ekonomik kaynakları kontrol etmek isteyeceği açıktır. Özel mülkiyet ve serbest teşebbüs modern orta sınıfların temel güç kaynağı, can damarıdır ve bu değerlerin hepsi demokrasinin temel taşlarını oluşturur.
Türkiye’de Osmanlı’dan kalma çok güçlü bir devlet geleneği ve devletin ekonomiye hâkim olma alışkanlığı vardır. Osmanlı devleti siyasi gücün ekonomik güce bağlı olduğunu çok iyi bildiği için, ekonomik güce sahip bir sosyal grubun oluşmasını var gücü ile engelledi. Türkiye’de 1930’larda gelişen ekonomik devletçilik, tek parti rejimi ile beraber yürütüldü. Her ne kadar özel mülkiyet ve serbest teşebbüs görünürde varlığını korumuşsa da devlet eliyle yürütülen sanayileşme ve devlet iktisadi kurumları etrafında gelişen kadrolar, devletçiliğin hem yararlananı hem de sözcüsü ve koruyucusu oldular.
Türkiye’de demokrasi, birçok bakımdan özel mülkiyet ve serbest teşebbüs taraftarı orta sınıfın, devletçi bürokrasiye karşı mücadele macerası şeklinde geçmiştir. DP’nin iktidara gelmesiyle serbest teşebbüse dayanan bir orta sınıfın gelişimini sağlayacak kanunlar çıkarılmışsa da bu alanda köklü değişimler ve bilhassa yeni ekonomik düşüncelerin gelişmesi, ancak 1983’te Turgut Özal’ın hem pratikte aldığı kararlar hem de mal ve mülk sahibi olmanın, yani maddiyatın faydalarını açıkça belirtmesinden sonra başlamıştır.
1950’den ve bilhassa 1980’den sonra Türkiye’de devletin ekonomi üzerindeki kontrolü azalmıştır. Bu sayede ekonomik bunalımlara rağmen bir Türk orta sınıfı Anadolu’nun birçok yerinde adeta tabandan yükselerek ticareti, finans pazarlarını, hatta ekonomiyi yakından etkileyecek duruma gelmiştir.
İdari kadrosunu kurmuş, kendine özgü bir sosyal yapı ile siyasi felsefe yaratmış ve gücünü bunlara dayandırmış bir partinin, yani Cumhuriyet Halk Partisi’nin, bir muhalefetin kurulmasına izin vermesi, hatta bu muhalefeti ilk başlarda desteklemesi, dünya siyasi tarihinde görülmemiş bir olaydır.
Bugün tartışılmakta olan demokrasi, sosyalizm, İslamiyet, ekonomik kalkınma gibi ana sorunlarımız bundan yirmi otuz yıl sonra incelenirse, bunların Türk siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel hayatını gerçek yoluna sokmak; başka bir deyişle Türk toplumunu hem benliğine kavuşturmak hem de çağdaş medeniyet seviyesine eriştirmek çabasından başka bir anlam taşımadığı kolayca anlaşılabilir. Çok partili sisteme geçiş kararı bu büyük oluşumun ilk adımıdır. Türkiye’yi tükenmiş tarihi ülkeler arasında görenler şüphesiz yanılmaktadır. Bugün ana sorun, toplumu örgütlemek, ona yeni bir hayatiyet vermek ve onu yapıcı amaçlara yönlendirmektir.
Bazen ‘’Batıcı’’, bazen ‘’modern’’, bazen ‘’ilerici’’ gibi kalıplara durmadan girip çıkan aydınlar; edindikleri bilgiyi kendilerini halktan üstün ilan etmek ve halka emir vermek için bir araç olarak kullanmaktan çekinmezler. Modernleşmenin sağlam yürütülebilmesi için toplumun siyasi bir kimliğe sahip olması ve ortak siyasi değerler paylaşması şarttır. Bu benlik ve değer paylaşımı, tam egemenliğini sağlamış bir ulusal devlet içinde olur. Her ne denirse densin, tarih şunu gayet açık ispat etmiştir ki milli bir devlet kuramayan ve ulusal siyasi benliklerini bulamayan toplumlar, modernleşmeyi başaramamışlardır. Ulusal devlet, toplumun siyasi bir benliğe sahip olmasını gerektirmektedir ki bu da ulusal devletin iç birliğini sağlayacak siyasi-ulusal bir kültürün yaratılabilmesiyle mümkündür.
Türkiye’nin son yüz elli yıllık tarihi, bir değişme ve yenileşme tarihidir. Osmanlı Devleti’nin ordu içinde girişmiş olduğu az sayıdaki ilk reformlarda ifadesini bulan ‘’ıslahat’’ fikri Cumhuriyet devrinde ‘’inkılap’’ fikrine çevrildi. Ülkede baş gösteren değişmeler önceleri kültürel ve siyasi nitelikteydi; ancak Cumhuriyet devrinde büyük çapta genişledi ve zorunlu olarak ekonomik ve sosyal alanlara da yayıldı. Türkiye’nin değişmesini tayin eden ve bu değişmede üstün rol oynayan iç etken, iki belli grup arasındaki mücadele olmuştur: Dinci muhafazakârlar grubu ile yenilikçi-laikçi grup. Her iki grupta daha sonraları milliyetçiliğin etkisinde kalmıştır. Milliyetçilik akımı ise yenileşme ile Batılılaşmanın doğurduğu bir sonuçtur.
Yorumla