Yazan Doç. Dr. Yılmaz Soyyer
Din Sosyolojisi, 19. yüzyılın sonunda incelemelere başlayarak 20. yüzyılda kâmilen oluşmuş bir sosyal bilim dalıdır. Durkheim, Weber, Rudolf Otto ve Joahim Wach gibi Avrupalı, çoğunlukla da Alman insan bilimcilerin çalışmalarıyla gelişmiştir. Türk aydınları dine sosyolojik açıdan bakabilmeye gitgide alışsalar da muhafazakâr üniversite mezun ve öğrencileri hâlâ dinin, Otto’nun tanımıyla “kutsalın tecrübesi” olarak tanımlanmasını rıza gösterememektirler. Bilhassa ilahiyat fakültesi ve mezunları dersi okumaya başladıklarında çok rahatsız olmaktadırlar. Bunda en önemli etken Âl-i İmrân Suresi, 19. Ayetin başında bulan “Allah indinde din İslamdır” ibaresidir. Burada en önemli husus bir sosyoloğun tavır biçimiyle ilgilidir. Din Sosyoloğu ayetleri yorumlamakla işe başlamaz, toplumun din karşısındaki tutum davranış ve algılayışlarını anlamaya çalışır. Toplumun çok büyük bir kısmı sırlı, haşyet duyulan bir kutsalla inanç dairesinde karşı karşıyadır. Kutsal toplum için belki de metafizik âlemin tamamıdır. Beş duyuyla algılanamayacak olan bu boyut ancak toplumun hislerinin yansımalarıyla görülebilir. Bir mâbet mimarisinde, bir ilahinin bestesinde, bir resimde ve kılınan namazdan yakılan muma kadar pek çok görünüşte ortaya çıkan bir fenomendir. Din sosyoloğu işte buradaki yönelişi anlamaya çalışır. Ben biz din sosyologlarını Mevlâna’nın “kavanoz şişesi yalayıcıları” sözüyle kastettiklerine benzetirim. Kendi inancımız gereği yaşadığımız kutsalı parantez içine aldıktan sonra başkasının kutsalını anlamamızın tek yolu budur. Kendi kutsalımızı anlatmanın da zaten fazla imkânı yoktur. Hz. Peygamberden İbn Arabi’ye kadar pek çok insan yaşadığı kutsalı biz yaşamayanların anlayacağı şekilde anlatmışlardır. Vahyin gelişini veya İbn Arabi’nin yaşadığını belirttiği tecrübeleri bizler sese, yazıya, lisana dökülmüş halleriyle anlıyoruz. Cebrail’i ben hiç görmedim, sadece İbn İshak’ın tarihinde veya derlenen hadislerin bana ulaştığı anlatılarıyla anlamaya çalışıyorum. İşte din sosyolojisi de tam bu algılamanın peşindedir.
Şu kadar dindar var, şu kadar namaz kılan mevcut şeklindeki istatistik verilerin ki onlar da çok değerlidir, ötesinde kutsalı anlamak için felsefeni devreye girmesi kaçınılmazdır. Çok sık okuduğum ve her defasında yeni anlamalarda bulunduğum Mevlâna’nın Divan’ı da bu kutsalı tecrübe edişin yansımasından ya da nesne haline gelişinden başka bir şey değildir. Mevlevî âyini veya Kızılbaş semahı da böyledir.
Din sosyolojisi fıkıh ya da tefsir disiplini değildir; olması gerekeni değil olanı algılamaya çalışır. Dindarlık bu çerçevede toplumun yaşadıklarıdır; kutsal metinlerin yaşanmasını emrettikleri değildir. Bu tavır fıkıhçı ve kelamcıların vazifesidir ki aslında kelamcılar da çoğu kez yaşanılan imanı belirleyerek nas haline getirmektedirler; Hanefi anlayışına göre din 7.yüzyıl Medine toplumunun uygulamalarıdır. Gerçi bu anlayış idealize edilmiş bir din yaşayışını sistemleştirse de sonuç olarak kutsalın tecrübesini idealize etmektedir. Fıkıh ve kelamın çok önemsediği “sünnet” yani kutsalın hayata geçirilişi de budur.
Biz din sosyologları dini, îtikat, ibâdet, ahlak ve sosyolojik yapı olarak hayata yansımalarıyla ele alırız. Kelamcılar da benzer biçimlerde ele alırlar; bizim farkımız -daha önce de belirtildiği üzere- olması gereken değil toplumda gözlemlenendir. İslam dininin veya Hristiyanlığın pek çok mezhep halinde ortaya çıkmış olması da kutsalın tecrübesinin farklılıklarla yaşanılmakta olduğunun göstergesidir. Bizim çabalarımız hadiseyi algılayabildiğimiz oranda nesnel biçimde ortaya koymaktan ibarettir ve bu anlamaya ulaşışımızın sebeplerini bulmaya çalışmaktır.
Din sosyolojisi sadece dindarlar üzerinde yoğunlaşmaz, mesela bir modern cemiyet olan ateizm derneği ve deizm derneği de bu disiplinin yoğunlaşma alanıdır. Kutsalı tecrübe etmek kadar kutsalla ilişkiyi kesmek ya da kutsalı hayatından çıkarmak da bir ilgi sahası olarak çok önemlidir. Burada bireyin Tanrıyla hesaplaşarak onu ilgi alanından çıkarması serüveni de tıpkı kutsalı yaşamak kadar öznel bir tecrübedir. Ateizmle ilgili çalışmalar yok denilecek kadar azdır; YÖKTEZ merkezinin kayıtlarına göre ateistleri konu alan sosyoloji çalışması birkaç tanedir. Onlardan biri de tarafımız yönetiminde yapılan “Muzaffer Telimen (2012) Alevi gençliği ve ateizm: İstanbul ve Tunceli örneği” başlıklı çalışmadır. Ne Ateizm derneği ne internetteki ateist sosyal gruplar çalışılmıştır. Üniversitelerimizde yapılan ateizm çalışmalarının çok büyük kısmı felsefi yaklaşımla yapılmıştır. Oysa ateizm dindarlık kadar önemli bir konudur ve hem gençlikte ateizm hem de aydınlar arasında ateizm mutlaka din sosyolojisi zaviyesinden çalışılmalıdır.
Bu meselenin sebebi biraz da dini, sosyolojik bakımdan çoğunlukla dine sıcak bakanların çalışıyor oluşlarıdır; ateist bilim insanları ki çok sayıda vardırlar, böyle bir çalışmaya girmemektedirler.
Aslında dindarları ve dindarlığı bir toplumsal olgu biçiminde ele alan çalışmalar da son derece azdır; yapılan din sosyolojisi çalışmaları ise böyle bir çalışmaya malzeme sağlayabilecek istatistik çalışmalarıdır.
Ülkenin dindar dağılımı oldukça sosyolojik din anlayışının uzağındadır; hatta bazı teologların ifade ettiği üzere müntesibi oldukları dini de bilmemektedirler. Geriye sadece ideoloji ve peşin hükümlerle inanılmış bir dinin propagandistleri kalmaktadır. Böyle bir topluma din hakkında konuşmalar yapmak çok zor hatta tehlikelidir. Türkiye’de üniversite ve az sayıdaki aydın çevreler dışında böyle çalışmalar yapmak, bu çalışmaları geniş kitlelere ulaştırmak ve tartıştırmak mümkün bile değildir. Bu tür çalışmalarda öncelikler “ateizm, agnostisizm ve deizm bir problem midir?” sorusu üzerinde yoğunlaşmak gereklidir. Kutsalın tecrübesinin anlaşılmasının yanı sıra kutsal karşıtlığının da anlaşılması çok ciddi bir çalışma konusudur. Bu elbette öncelikle bilim çevrelerinde yapılacaktır ancak ortalama vatandaşa ulaşmasını ve onlar tarafından anlaşılmasını ümit etmek şimdilik mümkün değildir.
Din dini çevrelerde inanç eksenli çalışılmakta ve imanlarını artırma vesilesi olarak ele alınmaktadır. Seküler çereler ise dini ya yok saymakta ya da bir an önce yok olması gereken bir konu olarak görmektedirler. Mesela 2013’te ODTÜ’nde düzenlenen Teoloji Sempozyumu’na sadece iki tane İlahiyat Fakültesi mezunu çağrılmıştır. Bunların bir tanesi Prof. Dr. Yasin Ceylan hocadır ve ateist olduğunu ilan etmiş birisidir. Bence elbette bir ateist ilahiyat fakültesi mezunu olmalıdır; hatta böyle bir tavır alış çok yararlı da olur ancak dine inanan ilahiyat mezunlarının dini teolojik bakımdan ele almaları kaydıyla böyle sempozyumlarda konuşturulmaları gereklidir. Her dine inanan aynı biçimde inanmaz, bu bir gerçekliktir; ancak din sosyolojisi çalışmaları pek çok bilim çevresinde ilham edilince bu durum anlaşılmamakta, tek düze bir dindar olgusunun varlığı zannedilmektedir. Din sosyolojisi, din antropolojisiyle birlikte din algılamalarının en ciddi araştırma alanlarından bir tanesidir ve olmaya da devam edecektir. Dindarlığın Batı’da yaygınlığını kaybetmesi metafizik alanın geçersizliği anlamına gelmez; bilhassa ABD’nde dini kaybolan metafiziğin yerini şifacılık, falcılık, astroloji ve Uzaylılara tapıcılık almaktadır. Metafizik insan var olduğu müddetçe yok olmaz, din sosyolojisi de işlevsiz kalmaz.
Yorumla