Sosyoloji TOPLUM Yaşam

Türkiye, Şii Türkler ve Şiilerle Barışmak (Doç. Dr. Gökçe Yükselen PELER)

Türkiye Cumhuriyeti devleti, anayasasında vurgu yapılan laikliğe rağmen, gerek üzerine kurulmuş olduğu tarihî miras itibarıyla gerekse temel aldığı asli nüfusun demografik manzarası itibarıyla Sünni – Hanefi geleneğe sahip bir ülkedir. Hukuki haklar, seçme – seçilme hakları veya ibadet serbestîsi gibi haklar dikkate alındığında, vatandaşlık seviyesinde böyle bir ayırımın resmiyette olduğu söylenemez. Ancak devletin kuruluşu aşamasında azınlıkların tarifi meselesinde veya Diyanet İşleri Başkanlığı gibi devlet organlarının varlığı ve bu organların faaliyetlerine bakıldığında bu Sünni – Hanefi gelenek tüm hatları ile belirginleşmektedir. Ülkede Hanefilerden sonra ikinci büyük Sünni grubu Şafiiler teşkil etmektedir. Sünni bir grup olmaları hasebiyle toplumluk seviyede hiçbir önyargıya maruz kalmamalarına rağmen, yakın zamana kadar Şafiiliğin bile Diyanet İşleri Başkanlığının uygulamaları dikkate alındığında Hanefiliğin gölgesinde kaldığı anlaşılmaktadır. 2010’lu yılların başlarında yürürlüğe konulan “Kürt Açılımı”na koşut olarak Türkiye’deki dinî çevrelerde bir de “Şafii Açılımı”ndan bahsedilmeye başlanması bunun en büyük delilidir. Şüphesiz Hanefilerden sonra Türkiye’deki en büyük Müslüman topluluğu Aleviler oluşturmaktadır. Ülkenin hemen her köşesinde yer alan yerleşim yerlerinde nüfusa sahip olan Alevilerle Sünniler arasında geçmişte hoş olmayan olayların cereyan etmiş olmasına rağmen, Aleviler her zaman Türk devletine bağlı, bu ülkenin temelini oluşturan değerlere karşı duyarlı vatandaşlar olmuşlardır. Ancak bu bağlılığın çoğu zaman resmiyette karşılığını bulduğu söylenemez. Bilhassa Diyanet İşleri Başkanlığı, cumhuriyet tarihi boyunca Aleviliği farklı bir mezhep olarak tanımakta isteksiz davranmıştır. Yukarıda bahsi geçen açılımlarla aynı zamanda Türkiye’de bir de “Alevi Açılımı” telaffuz edilir olmuş ve hükumetler bu konuda adımlar atacakları vaatlerinde bulunmuşlardır. Ancak hem Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hem de Alevi kanaat önderlerinin bu konuda çok heyecanlı olmamaları bu girişimlerin çok verimli olmamasını sağlamıştır. Burada Alevi grupların devletten istekleri konusunda kendi aralarında anlaşmaya varamamaları da etkili olmuştur.

Yukarıda zikredilen Müslüman dinî gruplara ilave olarak Türkiye’de halk arasında daha çok “Caferi” olarak adlandırılan Şiiler de bulunmaktadır. Şiiliğin Caferi mezhebine mensup olan bu nüfus, yoğun olarak Kars ve Iğdır gibi Doğu Anadolu illerinde yaşamakta ve nüfuslarının 500,000 civarında olduğu tahmin edilmektedir. Bu rakam, nüfusu 80.000.000 civarında olan bir ülke için küçük ve önemsiz bir dinî azınlık gibi görünse de bu topluluğun dinamikleri akıllıca değerlendirildiği takdirde varlığı ülke için büyük bir jeopolitik ve jeostratejik fırsata dönüşebilir.

Türkiye’deki siyasi yelpaze içerisinde genellikle milliyetçi – sağ partilere meyleden Caferiler, toplumluk davranış dikkate alındığı zaman, namaz kılmadaki bazı şeklî farklılıklar, Kerbela’ya gerçekleştirilen haç ve Kum şehrine beslenen muhabbet dışında toplumun geriye kalanı ile herhangi bir farklılık arz etmemektedirler. Kerbela, tarihte “Kerbela Vakası” olarak bilinen meşhur ve meşum olayın gerçekleştiği yer olması sebebiyle bütün dünya Şiileri tarafından kutsal kabul edilmekte ve Irak’ta bulunmaktadır. İran’da yer alan Kum şehri ise Şii mollaların eğitildiği yer olması sebebiyle kutsallık kesp etmiştir. Namaz, haç gibi konular ibadetin alanına girmesi sebebiyle doğrudan insan hakları ile ilişkilidir ve dolayısıyla tartışma konusu yapılması mevzubahis bile değildir. Ancak Kum şehrinin dünya Şiileri üzerindeki etkisi üzerinde düşünülmelidir.

“Kendisi de yurtdışına din görevlisi gönderen bir ülke olan Türkiye için sınırları içerisinde yaşayan Caferilere İran’dan din görevlisi gelmesi nasıl bir sorun teşkil edebilir?” gibi bir soru akıllara gelebilir. İran devleti Şiiliği resmî doktrin hâline getirdiğinden beri, Kum şehri sadece Şii mollaların yetiştiği bir şehir olmaktan çıkmıştır. Ülkenin gerçek yöneticileri olan Ayetullahlar burada oturmaktadır ve burada yetişen din adamları Şii dünyasına sadece “ilim – irfan” değil, İran devletinin nüfuzunu da yaymaktadır. Son yıllarda, Afganistan’dan Lübnan’a kadar uzanan bir kuşak üzerinde İran’ın bir güç olarak ortaya çıkması doğrudan bu nüfuzun sonucudur. Peki, bu nüfuz Türkiye’yi rahatsız etmeli midir? Bu sorunun cevabı olumludur, hem de birçok yönden. Her şeyden önce soy olarak, dil olarak ve kültür olarak Türk olan ve Türkiye’de yaşayan bir topluluk, günümüzde sadece dinî alanla sınırlı olsa da, her gün İran propagandasına maruz kalmaktadır. Bu egemen bir devlet için kabul edilebilir bir durum değildir. Ayrıca kendi vatandaşlarının din adamı ihtiyacını gidermek Türkiye’nin boynunun borcudur. Türkiye’deki Caferi nüfusu 500.000 gibi küçük bir rakam olsa da dünyada 150.000.000 civarında olduğu tahmin edilen Şii nüfusunun yaklaşık üçte biri Türklerden oluşmaktadır. Yaklaşık 10.000.000 olan Azerbaycan nüfusunun %80-85’i Şii’dir. Nüfusu 80.000.000 civarında olan İran’da en az 25.000.000-30.000.000 civarında (bazı kaynaklara göre bu rakam çok daha yüksektir) Şii Türk yaşamaktadır. Irak’ta ise tam oranlar bilinmemekle birlikte Türkler arasında ciddi bir Şii nüfusun olduğu bilinmektedir. Bunlara Afganistan’da yaşayan 6.000.000 civarındaki Hazaralar ve Kızılbaşlar gibi diğer küçük Şii Türk gruplar da eklenebilir. Görüldüğü gibi Şii dünyası içerisinde ciddi bir Türk nüfus bulunmaktadır. Ancak bu Şii Türk nüfusu Türkiye için avantaj olması gerekirken Irak’ta görüldüğü gibi dezavantaja dönüşmeye başlamıştır. Türkiye, yıllardır Irak Türkmenlerini, aralarındaki Sünni – Şii bölünmesi sebebiyle Türkmen Cephesi altında birleştirmeyi başaramamışken IŞİD’in mağlup edilmesi sürecinde İran Haşdi Şabi ile bunu başarmıştır. Başta sadece Şiilerden müteşekkil olan Haşdi Şabi’nin Türkmen Birliği, bu birliğin IŞİD karşısında gösterdiği başarılar neticesinde çok sayıda Sünni Türkmen’i de bünyesine celp etmiştir. İran’ın Irak’taki başarısında Devrim Muhafızları’nın efsanevi komutanı Kasım Süleymani’nin askerî dehası yadsınamaz elbette. Ancak unutulmamalıdır ki Kasım Süleymani, bütün faaliyetlerini yıllarca Kum kökenli mollalar tarafından tabiri caizse kıvama getirilmiş topluluklar arasında yürütmüştür. Sonuç olarak İran, Irak’ta büyük bir güç olarak yükselirken Türkiye Türkmenler arasında bile zemin kaybetmiştir. Bu gerçek, dış siyasetin tek bir mezhebin çerçevesinde yürütülemeyeceğini Türkiye’ye öğretmiş olmalıdır. Bu konuda derhal önlem alınmazsa durum daha da kötüye gidecektir. Irak’taki durumun yanında, İran’ın Suriye’de de etkisini artırması, bu nüfuzun Türkiye için nelere mal olabileceğinin güzel olmayan bir göstergesidir aslında. Bugün böyle bir durum mevcut değil, ancak Ortadoğu’da daha da güçlenmiş bir İran yarın ister istemez Azerbaycan’ı da etkilemeye başlayacaktır.

Peki, bu durumda Türkiye ne yapmalıdır? Hâlihazırda İran’a karşı askerî önlemler alınması düşünülemez. Böyle bir adım bölgeye felaket getireceği gibi, Şii Türkler arasında Türkiye’ye karşı olumsuz duyguları da besleyecektir ki bu Türkiye’nin ihtiyacının olduğu en son şeydir. Türkiye, yumuşak önlemler almalıdır. Her şeyden önce Türkiye, Kum şehrinin Şii Türkler üzerindeki nüfuzunu mümkün olan en az mertebeye indirmeyi başarmalıdır. Yıllardır yürütülen siyaset bunun Türkçülük üzerinden mümkün olmadığını ortaya koymuştur. Türkçülük, Türkiye sınırları içerisinde yaşayan Şii Türkler arasında güçlü bir eğilim olarak tebarüz ederken yukarıda da zikredildiği üzere dinî konularda bu nüfusun da yüzü İran’a yöneliktir. Irak ve İran’ın Şii Türkleri ağırlıklı olarak Türkçülükten etkilenmemektedir. Azerbaycan’da ise Sovyet bakiyesi olarak din toplum hayatında çok fazla yer bulamadığı için İran şimdilik bir etkinliğe sahip olamamaktadır. Türkçülük ise Azerbaycan toplumunun kendi ürettiği bir alternatif hayat biçimi olarak toplumda yer bulabilmektedir. Azerbaycan’daki Türkçülük hareketleri Türkiye kökenli değil ancak Türkiye’deki siyaset ile etkileşim içerisindedir.

Türkiye bu girift durumu dikkate alarak Şii din adamları yetiştirmek zorundadır. Ortadoğu’daki Türkiye – İran çekişmesi yeni bir durum değildir. Bunun köklerini Osmanlı ve Safevi hanedanlarının bölge üzerindeki rekabetinde aramak gerekir. Türkiye Cumhuriyeti, 1990’lı yıllara kadar içine kapanarak İran ile bu rekabeti ve dolayısı ile Şii din adamı yetiştirme ihtiyacını göz ardı edebilmiştir. Ancak günümüzde Türkiye yeniden tarihî misyonuna dönme iddiasındadır ve yakın çevresinde İran ile rekabet etmek zorundadır. Nitekim yakın zamanda cereyan eden olaylar göstermektedir ki bu rekabet ciddi şekilde şiddetlenme eğilimi göstermektedir.  Bu rekabette uzun vadede üstünlüğü sağlamak, ancak İran’ın elinden en güçlü silahını almakla mümkündür, yani Şii din âlimleri üzerindeki İran tekelini kırmakla. Bu durumda atılacak en akıllıca adım; Iğdır, Kars, Ağrı gibi doğu illerinde bulunan ilahiyat fakültelerinde veya alternatif dinî kurumlarda Şii din adamları yetiştirmek olacaktır. Bu kurumlarda bir taraftan Doğu Anadolu’da yaşayan Şii nüfusun din adamı ihtiyacı karşılanıp bu alandaki İran’a bağımlılık ortadan kaldırılırken diğer taraftan Irak’tan getirilerek buralarda eğitilecek gençler sayesinde Irak’taki Şii Türkler üzerindeki İran etkisi de kırılmaya çalışılmalıdır. Aynı şekilde Azerbaycanlı din adamlarının da buralarda eğitilmesi, ilerde bu ülkede ortaya çıkabilecek İran nüfuzunu daha oluşmadan ortadan kaldıracaktır. Yani Iğdır veya Kars, Şii Türklerin nezdinde Kum’un bir alternatifi hâline getirilmelidir.

Kurulacak bu gibi kurumların sadece Şii Türkler üzerinde etkili olacağı düşünülmemelidir. Irak’ın Şii Arap nüfusu, Hindistan ve Pakistan’ın Şii nüfusu gibi topluluklar; Bahreyn, Kuveyt, Yemen, Lübnan gibi ülkeler arasında da Türkiye’nin etkinliği bu sayede artırılabilir. Günümüzde Şii dünyası Kum’a, yani İran’a mahkûm edilmiş durumdadır. Bu dünyanın İran’dan çok memnun olduğu veya kayıtsız şartsız İran’a teslim olmaya gönüllü olduğu düşünülmemelidir. Iraklı Şii Din Âlimi Şirazi’nin İran’da tutuklanması üzerine, Mart 2018’de Şiilerin kutsal şehri Kerbela’da gerçekleştirilen İran aleyhtarı gösteriler bunun en güzel işaretidir. Türkiye eğer Ortadoğu’da tekrar güçlü bir şekilde var olmak istiyorsa Şiilere bir alternatif sunmalıdır. Böyle bir adım Manama’dan Bağdat’a, Şam’dan Beyrut’a uzanan bir sahada Türkiye’ye hareket kabiliyeti sağlayacaktır. Hem ayrıca unutulmamalıdır ki Iğdır’ın Tebriz’e mesafe olarak uzaklığı, Tebriz’in Kum’a olan uzaklığının neredeyse yarısı kadardır…

Gökçe Yükselen Peler

Yorumla

Yorum yazmak için buraya tıklayın...