Antropologlar insanlık tarihini üç bölüme ayırıyorlar: İlkel topluluklar, ilkel topluluktan uygar topluma geçiş ve uygar toplumlar. Antropologların görüşlerine veya edindikleri verilere göre ilkel topluluklar dönemi birkaç milyon yıl sürmüştür. İlkel topluluktan uygar topluma geçiş dönemi ise yaklaşık beş bin yılı kapsamaktadır. İçerisinde yer aldığımız son beş bin yıl ise uygar toplum dönemidir. Bu sürelerin ne kadar gerçekçi ve sağlıklı olduğu konusunu uzmanlarına bırakmamız gerekiyor. Her konuda ahkâm kesmek alışkanlığımız epeyce yaygındır. Biyolojiden genetik bilimine hiçbir malumatı bulunmayan hemen herkes evrim vardır ya da evrim yoktur nutukları çekebildiği gibi ilkel topluluk döneminin birkaç milyon yıl sürüp sürmediği konusunda da fikir yürütebilmektedirler. Bu türden fikir yürütmelerde çokçası dinsel dürtüler (kesin inançlılık dürtüsü) ağır basıyor. Din asabiyeti üzerinden hayata bakanlar Tanrı’nın insanları ilkel veya uygar yaratmaya muktedir olup olmadığını hiç düşünmüyorlar. Tanrı insanları birtakım kimselerin arzuları doğrultusunda yaratmaya mecburmuş tavrı takındıklarını fark edemiyorlar. İnsanoğlu, hoşlansa da hoşlanmasa da doğanın içindedir. Tanrı’nın yanı başında değildir. İnsanoğlu evrene Tanrı’nın gözüyle bakmıyor ve bakamaz. Ne var ki insanoğlu kibirlidir. İnsanoğlu kendisini Tanrı’nın yanı başına iliştirmeye eğilimlidir.
Antropologlar milyonlarca yıl süren ilkel topluluklar döneminin neredeyse hiç değişmeden tekdüze bir şekilde akıp gittiğini söylemektedirler. Bu tekdüze dönem tarih dışı dönem olarak görülüyor. İnsanoğlu bu ilkel topluluklar döneminde doğaya karşı edilgen (pasif) kalmıştır. Edilgen kaldığı için de tarih dışı bir yaşam tarzı sürmüştür. Diyebiliriz ki insanoğlu söz konusu birkaç milyon yıl boyunca tarihin dışında fakat doğanın içinde, doğanın bir bütünleşik parçası olarak var kalmıştır. İnsanoğlunun hem doğayla barışık yaşantısının hem de doğaya meydan okumaya başlama cesaretinin izlerini mitolojilerde yakalayabiliyoruz. Kim bilir belki de insanlık o ilkel çağlarda kâh doğayla barışık (bütünleşik) yaşamını korumak istemiştir; kâh tepki vererek bunu değiştirmek, en azından mümkün mertebe dizginlemek, kısacası kendi tarihini yarı bilinçsizce yarı bilinçli başlatmak tutkusuna sarılmıştır. Tezat teşkil eden bu iki davranış muhakkak ki insanoğlunda gerilime yol açmıştır. Bu satırların yazarı olarak benim kanaatim, sözünü ettiğim gerilimden mitlerin doğmuş olduğudur. Mitlerin temelinde yer alan kaos/kozmos (düzen ve düzensizlik) çarpışması öne sürdüğüm gerilimin kanıtı gibidir. Bu çarpışmanın ya da gerilimin tipik göstergelerinden birini Dede Korkut Hikâyelerindeki Basat ile Tepegöz kavgasında buluyoruz. Yine bütün mitlerde karşımıza çıkan yeryüzü ile yeraltı mücadelesi de gerilimdir.
Yeryüzü yaşamı simgelerken yeraltı da ölümü temsil ediyor. Bilinmezliğinden ötürü, insanoğlu, ölümü ve ölüm sonrası hayatı ya da mekânı kafasının içinde büsbütün karmaşıklaştırarak kaosa benzetmiştir. Doğanın içinde ve doğanın bir parçası olarak tarihsizce yaşayıp gitmek –kendi koşullarında– bir tür konfordur. Ne kadar zorlu olursa olsun alışkanlığın getirdiği konfordur. ‘Yaşamak’ konfordur! Ölümse havsalamıza sığmayan karanlıktır. Biliyoruz ki insanoğlu değişimi hem ister hem de değişime direnir. Yenilikçilerin bir yönü muhafazakârdır ve muhafazakârların bir yönü yenilikçidir. İkisi arasındaki fark, birincilerde yenilikçi istençlerin, ikincilerde tutucu/koruyucu istençlerin ağır çekmesidir. İşte bu da gerilimdir. İnsanoğlu mütemadiyen, baştan sona, doğumdan ölüme gerilimli bir varlıktır. Hayata tutunma çabası ile ölüme direniş güdüsü bütün gerilimleri besleyerek mitlerin genişlemesini hızlandırmıştır.
Yukarıda bahsettiğimiz her türden gerilimler coğrafya ve çağ ayrımı gözetmeksizin bütün insanlığın ortak varlık alanıdır. Kader dediğimiz şey aslında bu varlık alanının koşllarına ya da dayatmalarına ilişkin mahkûmiyetimizdir. Varlık alanımızın koşulları coğrafyaya ve çağlara göre değişmediği için de insanoğlunun tepkileri aşağı yukarı hep aynı veya benzerdir. Yeryüzündeki toplulukların mitlerinin birbirine çok benzemesinin nedeni de budur zaten. Yoksa ve yoksa Uzakdoğu’dan Vahşi Batı’ya kadar mitolojiler arasında benzeyişler vardır diye ırk heyecanıyla olur olmaz kurgulara kapılmamız epeyce yersizdir. Örneğin Azteklerin mitlerinde hayat ağacı gördüğümüzde Türklerde de hayat ağacı var, şu halde Aztekler Türktür dememiz abestir. Çünkü Aztekli bir bilim adamı bunun tersine hareket ederek Türklerin atası Azteklerdir deme hakkına sahip olur. Bununla birlikte yeryüzündeki her kavmin uzak-yakın akrabaları da vardır. Akrabasız topluluk bulunmuyor. Bir diğer gerçeklik ise, bilimsel yaklaşımın yanı başında milliyetçi yaklaşımların yer doldurduğudur. Bundan kastımız ise bilimsel bulguların her toplumca kendi çıkarları doğrultusunda çarpıtılmasıdır. Buna da örnek gösterirsek: Macar bilim çevrelerinde “ugor-török habaru” adı verilen bir çekişmenin öteden beri sürüp gelmiş olmasıdır. Ugor-Türk Savaşı anlamına gelen bu çekişmenin bilimsel ve politik iki boyutu bulunmaktadır. Macar bilim çevrelerinin bir bölüğü Macarların Fin-Ugor halklarıyla akraba olduklarını kanıtlamaya uğraşırken yine Macar bilim çevrelerinin bir bölüğü ise Macarların Altay/Türk halklarıyla akraba olduklarını kanıtlama peşine düşmüşlerdir. Bu sürtüşmede yalnızca bilimsel kaygılar barınmıyor. Alman ve Slav denizi içinde erimekten çekinen Macarlar kendilerine dayanak olarak Türkleri seçtiklerinde Altay halklarıyla akrabalık tezine sımsıkı sarılıyorlar. Almanlar ise Macarların kopup gitmelerini engellemek amacıyla Ugor tezini kolluyorlar. Görüldüğü üzere bilim tek başına bırakılmıyor. Politik ve ulusal çıkarlar bilime müdahil oluyorlar. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün sahiplendiği Güneş-Dil Teorisi’ne bu açıdan baktığımızda kendi milletine özgüven aşılamak emelindeki Atatürk’ün politik bağlamda doğru olanı yaptığını rahatlıkla ve çekinmeden söyleyebiliriz.
Oysaki, yukarıda da belirttiğimiz üzere, bütün halklar uzak-yakın akrabadır. Bunun da ötesinde melezleşme hep kaçınılmaz bir olgu olarak önümüzde durmaktadır. Tatar fonetik ekolünün önemli temsilcilerinden Kazan doğumlu Üzbek Şerifoviç Bayçura bu konuda şunları söylüyor: “Tarih biliminin gösterdiği gibi, dünyanın hiçbir yerinde yerli halk yoktur. Yerli halklar olabileceği miti, sadece bazı siyasi amaçları gerçekleştirmek için icat edilmiştir. Bazı halkların topraklarını koruma niyeti veya bazılarının işgal ettiği topraklarda hak elde etme isteği yahut bazı halkların yaşadıkları toprakların yerlisi olmadığı ve buraların birkaç bin yıl önce başka halklara ait olduğu iddiasıyla, bu halkları bulundukları bölgeden sürme niyeti ve benzerleri.”
Politikanın bilime müdahalesi de bir gerilimdir. Doğanın içinde yaşayan ve fakat doğanın içerisindeki zor koşullara tepki vererek o koşulları dizginlemeye yeltenen insanoğlunun bu yelteniş cesareti –bir bakımdan– bilimi politikanın dizginlemeye çabalamasıyla aynıdır. Nasıl ki uygarlık yoluyla doğadan (doğanın kendi gerçeğinden) uzaklaşıyorsak, politik çıkarlar yoluyla da bilimin gerçeğinden uzaklaşıyoruz. Bu itibarla medeniyet ile politika baş başadır. Medeniyet ile siyaset aynı varlık alanıdır. Doğa bilimleri ise doğanın varlık alanını tanıma gayretleridir. Mesela sosyoloji, politik varlık alanının yanı başındadır ve doğanın dışında sayılır.
İnsanlığın melezleşmesine gelirsek: Tarih-öncesi çağlarda başlamıştır melezleşme. Saf ırk yoktur. Kavimler ve milletler ise uzun yıllar süren melezleşmelerin eseridir. Macarların Ugor mu yoksa Türk mü olduğu tartışmalarına bir orta yol niteliğinde şu kuram geliştirilmiştir: Macarlar, Ugor halklarıyla Altay halklarının arasında bir yerdedir! Kürtler için de aynı şey söylenebilir. Onların, Türk-Arap-Fars karışımı olduğu ileri sürülebilir. Fakat meseleye politik bakıldığında Kürtlerin kökleri çok eskilere yaslanan müstakil bir halk olduğu tezi kimilerine cazip gelmektedir. Hâlbuki hiçbir topluluk uzaydan gelmediğine göre, her topluluğun kökleri –melezleşmelerle birlikte– çok eskilere zaten yaslanıyor. Üstelik melezleşme devam da ediyor. Çok sonraları şimdiki toplumların çehreleri değişmiş olacaktır. Bu değişimler şu anda yaşanmaktadır ama bizler bu değişimlerin içinde bulunduğumuzdan ötürü (değişimleri dışarıdan izleyemediğimiz için) yine bu değişmeleri yeterince algılayamıyoruz. Dikkatli baktığımızda şu an konuşmakta olduğumuz dillerin de muhtelif nedenlerle değişmekte olduğunu idrak edebiliriz. Mesela Almanca, Almanya’daki milyonlarca Türk etkisiyle ufak tefek değişimlere uğramaktadır. İngilizce etkisiyle Türkçenin değiştiğini ya da bozulduğunu zaten biliyor ve bundan şikayet ediyoruz. Standart Çince de teknolojik ve küresel etkenlerle değişime maruz kalıyor. Amerika kıtasının bazı yörelerinde Afrika dilleriyle İngilizcenin melezi az sayıda kişilerce konuşulan diller vardır. Yüzlerce yıl ya da bin yıl sonrasında (bugünümüzde sağlam görünen) herhangi iki büyük dilin melezleşerek ortaya tek bir karma dil çıkarmayacağının garantisini hiç kimse veremez.
İlkel topluluklar döneminin milyonlarca yıl nerdeyse hiç değişmeden tekdüze bir şekilde akıp gitmesinin ve sonrasında tarihin başlamasının insan psikolojisine etkileri neler olmuştur? Bunu da bir başka yazımızda ele alacağız.
Metin Savaş
Yorumla