Antropoloji

Tarihöncesi Aklın Köklerle Birlikteliği

Gaston Bachelard, bilinçli hayatımızda, sözcüklerin kökenleriyle irtibatımızı koparmış durumda bulunduğumuzu belirtir, fakat der, tarihöncesi akıl ve bilinçaltımız sözcüğü nesneden ayırmaz; tarih öncesi akıl (ve bilinçaltımız) şayet ki ateşli bir kimseden söz ediyorsa o kimsenin içinde bir şeylerin yandığını varsayar.

Sözcükler birer gösterge olmaları itibarıyla tek başlarına anlamsızdırlar. Eski Türkler ateşe od diyorlardı; ateşin od şeklinde bir görüntüsü yoktur, ateşin harlayış sesi od od değildir, od sözcüğü ateşi işaret eder ve ateşe od denmesi Eski Türklerin bir genel kabulüdür. Atalarımız ateşe niçin bir başka isim koymamışlardır da od demeyi yeğlemişlerdir? İşte bunun açıklaması yoktur. İngilizler ateşe niçin fire diyorlar, bu kelimeyi kendileri de türetmiş olsalar başka bir dilden almış da olsalar niçin fire sorusuna hiçbir yanıt bulunamaz. Etimoloji çalışmalarıyla sözcüklerin kökenlerine veya öykülerine ulaşabilirsiniz ama niçin sorusu hep havada kalır. Biz bu yazımızda “sözcükleri nesnelerden ayırmamak” olgusunu kurcalamaya yelteneceğiz. Tabii ki burada kastedilen şey birer ses olarak sözcüklerin kendisi değil, sözcüklerin yüklendikleri anlamların nesnelerden ayırt edilmemesidir. Hem tarihöncesi insan aklı hem de bugünkü bilinçaltlarımız bir kimseye “ayı gibi kuvvetli” dediğinde o kimsenin bünyesinde bir ayılık bulunduğunu varsayıyor gibidir; herhalde o kimsenin içinde ayılık ruhu görmektedir, yahut da o kimsenin gücüyle ayının gücünü özdeş kılmaktadır. Bizim çağdaş aklımız bir kimseye “öküz herif” yakıştırmasında bulunduğunda öküz ile o kimseyi bütünleştirmez, çağdaş aklımız bir benzetmede bulunduğunun şuurundadır. Ne var ki biz çağdaş insanların bilinçaltları tarih öncesine dayandığı için (binlerce yıllık birikim nedeniyle) öküz ile o kimse arasında fark görmeyebilir.

Sözcükleri nesnelerden ayırmamak olgusu bizleri her taraftan kuşatmış durumdadır. Türkler kendilerine salt mecazen bozkurt demiyorlar. Türkler doğrudan doğruya kendilerinde bozkurtluk buluyorlar. Kimileri buna kuruntu diyerek gülüp geçebilir, fakat Türkler bunu efsanevi bir gerçeklik olarak özümser. Dişi Kurdun Rüyaları tek başına çevreci bir roman değildir, Dişi Kurdun Rüyaları aynı zamanda Türklüğün kendi sorunlarıdır. Arkeolojik buluntulardan öğreniyoruz ki Türkler kurtlarla gerçekten de beraber yaşamışlardır. Bozkurt ile Türk özdeşliği metaforik olmanın ötesindedir.

[Burada köşeli parantez açarak Bozkurt ile Türk özdeşliğinin kökenlerine arkeolojik veriler ışığında bakalım. Arkeolog Sergen Çirkin, Altay kökenli halklarda kurt ve geyiğin çok eski çağlardan beri kullanılan birer totem olduklarını belirtiyor. Altay dağlarında Üst Paleolitik dönemden itibaren kurtlarla insanların aynı kültürel dolgular içinde yaşadıkları bilgisini veren Sergen Çirkin bu ortak yaşam alanı içerisinde kurtlarda birtakım evcilleşme işaretlerinin görüldüğünü vurguluyor: “Altay dağlarında bulunan Razboyniçya mağarasında 30.000 yıldan daha eski kurt kemikleri açığa çıkarılmıştır. Bu kemikler üzerinde yapılan araştırmalara göre, söz konusu kemikler doğada serbest halde gezinen diğer kurtlardan bazı farklılıklar taşımaktadır.” Ölü kurtlar için insan mezarları gibi özel mezarlar yapıldığının saptandığını söyleyen Sergen Çirkin, Türk ve Moğol kökenli Sibirya halklarında dişi kurttan ya da dişi geyikten türeyiş efsanelerinin sık görüldüğünü hatırlatıyor.[1]]

Çok eski çağlardaki insanların kavrayışlarıyla modern insanın akılcılığı birebir örtüşmüyor. Bununla birlikte insan her çağda ve her yerde aynı insandır. Will Durant, ilkel insanın zekâ ve mahareti, vasat modern insanın akıl ve maharetine denktir diyor. Vasatın üstünde olanlar zaten her çağda varlar. Sözcükleri nesnelerden ayırmamak olgusuna gelişigüzel pek çok (on binlerce) örnek verebiliriz. Bir erkek sevgilisine “beni güneş gibi ısıtıyorsun” dediğinde hem telmihte bulunmuş olur, hem de kadınla erkeğin mahrem anlarında birbirlerini gerçekten ısıtmaları nedeniyle güneş nesnesiyle ısıtmak sözcüğünü birleştirmiş olur. Sözcükleri nesnelerden ayırmamak işte kısaca budur. Gelgelelim arkaik zamanların erkekleri telmihle (metaforla) yetinmeyip kadını (evdeşini) güneşle bir tutarlar. Ay Dede söyleminden malum olduğu üzere Türklerde ay erildir ve Güneş Hanım söylemiyle de güneş dişildir. Hayatın kaynağı ve doğurganlık itibarıyla Umay Ana ile Güneş handiyse özdeştir.

Bilinçli hayatımızda sözcüklerin kökenleriyle irtibatımızı koparmış durumda olmamızın sebebi nedir diye kendimize soracak olursak, bu soruya şu dolaylı yanıtı verebiliriz: “Roman, geç klasik dönemde ortaya çıkmıştır fakat ciddi anlamda gelişmesi uzun metinlerin üretiminin ucuzlamasını sağlayan matbaanın icadından sonra yazının mekanikleşmesiyle birlikte gerçekleşmiştir.”[2] Jack Goody’den yaptığımız bu alıntıdaki mekanikleşme ifadesi bize bir fikir veriyor. Sözcükler bir başlarına anlamsızdır demiştik, işaret ettikleri olguya göre anlamlıdırlar, sözcüklerin kök seslerinde hiçbir anlam bulunmasa bile sonraki sözcüklerin türeyişlerinde, değişimlerinde, anlam kaymalarında ve benzeri durumlarda anlamsızlık (ya da keyfiyet) pek de söz konusu değildir. Çok eski at sesinin niçin at dediğimiz hayvana yakıştırıldığını asla bilemeyiz ama işte bu at kökünden türetilen atlamak, atak, atılgan gibi sözcüklerin ortaya çıkışlarına bir anlam yükleyebiliyoruz. Tekrar edelim ki, atalarımız at isimli hayvana niçin at demişlerdir de niçin ot veya üt dememişlerdir, bunun hiçbir açıklaması yoktur. Ne var ki atlamak, atak, atılgan türünden sözcüklerin niçin bir başka kökten değil de doğrudan doğruya at kökünden doğduklarını idrak etmemiz çok kolaydır. Esas konumuza dönersek; yazının mekanikleşmesinin roman sanatını geliştirmesi gibi, bizler de zihinlerimizde sözcükleri olağanlaştırdığımız içindir ki sözcüklerin kökenleriyle irtibatımızı binlerce yıllık süreçte kopartıyoruz. Sözcükleri hem sesbirimleriyle hem de anlamlarıyla olağanlaştırmamız ise onları bir nevi mekanikleştirmemizdir.

Ferdinand de Saussure bir sözcüğün kendi başına bir şey olmadığını, ancak bir anlamı çağrıştırdığı ölçüde bir sözcük olabildiğini ısrarla vurguluyor. “Fakat,” diyor Saussure, bir sözcük anlam kazandığında, yani sözcük olarak varoluş edindiğinde “bir yanda sözcük, öte yanda onun anlamı olacak biçimde ikiye bölmeye ve de böyle kabul etmeye artık hakkımızın olmayacağı açıktır, bir bütün oluşturur bunlar.”[3] Daha anlaşılır söylersek, sözcük ve anlam ikiliği yoktur, sözcük ve anlam bir bütündür. Metaforlar kitabının yazarları da kelimelerin birer taşıyıcı olduklarını belirtirler ve metaforların (anlamı) hem vurguladıklarını hem gizlediklerini söylerler. Taşıyıcı işlevi olmaksızın kelimeler hiçtirler. Metaforlar niçin (anlamı) kâh gizlerler kâh vurgularlar?[4] Çünkü bir metafor birden fazla anlam yüklenmiştir ve biz bir metaforu kullanırken hangi anlamı kastediyorsak bu durumda metafor kendiliğinden diğer anlamı veya diğer anlamları gizlerler, bizim kastettiğimiz anlamı ise vurgularlar, yani öne çıkartırlar. Şu halde diyebiliriz ki, yine bizler bir kelimeyi kullanırken o kelimenin kökünü umursamayarak bir bakımdan o kökü gizlemiş gibi oluyoruz. Gizlemiş gibi olunca da sözcüklerin kökenleriyle irtibatı bir kez daha kopartıyoruz. Fakat bu tam böyle olmayabilir çünkü kullandığımız bir sözcüğün kökü zihnimizde doğal bir çağrışıma yol açmaktadır. Lâkin, çağrışıma rağmen, sözcük ile anlam bir bütün oluşturduğuna göre, şu halde, sözcüğün kökü söz konusu bütünün içinde kaynayıp gitmektedir, işte bu kaynama yoluyla da sözcük ve kök irtibatı yine kopuyor sayılır. Çünkü sözcüğün köküne değil sözcüğün anlamına yoğunlaşıyoruz. Bununla birlikte, tarihöncesi akıl ve bilinçaltımız sözcüğü nesneden ayırmadığına göre, sözcüğün köküne yoğunlaşmaktan vazgeçmeyen unsur bilinçaltımızdır. Ve muhtemelen tarihöncesi akıl da sözcüklerin kökenlerini önemsemiştir. Belki de işte bu önemseyiş nedeniyle ilkel dil yoktur.

Bir sözcük, kendi köküne bağımlılıktan elbette arınamaz fakat sözcük olduğu için kısmen bağımsızdır. Ahmet Özgür Güvenç’in bu konudaki açıklamasıyla yazımızı sonlandıralım: “Sözcük ile nesnesi ve konuşan öznesi arasında, aynı nesneye ve temaya ilişkin başka, yabancı sözcüklerden oluşan genellikle içine sızılması güç ve esnek bir ortam bulunur. Sözcük bu özgül ortamla yaşadığı canlı etkileşim sürecinde bireyselleştirilebilir, biçimsel bir şekil alabilir. Dolayısıyla nesnesiyle tek bir şekilde bağlantı kurarak yaşayan hiçbir sözcük yoktur (…) Mikhail Bahtin, her metnin ancak diğer metinlerle ve çevresiyle kurduğu bağ sayesinde özgünleşebileceğini düşünmektedir.”[5] Sözcükler de diğer sözcüklerle etkileşimde bulundukları (veya bağ kurdukları) için, bireyselleştikleri için, esnek bir ortamda bulundukları için kökleriyle irtibatı kopartırlar. Fakat tabii ki aslında, bu yazımızın ilk cümlesinde söylediğimiz üzere, bizler bilinçli hayatımızda kopartıyoruz. Geriye doğru gidersek muhtemelen işbu koparışın zayıfladığını göreceğiz. Şöyle ki: Ergenekon isminin etimolojisine kafa yorup duruyoruz ama çok eski atalarımızın Ergenekon isminin yüklenmiş olduğu anlamı Ergenekon sözcüğünün köküyle birlikte idrak ettiklerini varsayabiliriz. Tarihöncesi akıl (ve mitik evrenin aklı) Ergenekon sözcüğünü çok daha rahat ve yalın bir şekilde kavrıyordu dersek abartmış olmayacağız kanısındayım. Biz bugünkü Türkler Ergenekon yurdunun nerede olduğunu hep merak ederiz fakat çok eski atalarımız (tarihöncesi akıllarının yardımıyla) Ergenekon yurdunun nerede olduğunu merak etmiyorlardı çünkü biliyorlardı. Zaman geçtikçe, sözcüklerle kökleri arasındaki irtibat zayıflayınca Ergenekon yurdunun nerede olduğu unutuluyor ve böylelikle de efsaneleşiyor. Demek ki köklerden uzaklaştıkça efsaneleşme başlıyor. Şöyle de diyebiliriz: Ergenekon sözcüğünün kökü sayesinde çok eski atalarımız Ergenekon yurdunun konumunu ve işlevini biliyorlardı. Bu konum ve işlev metaforik de olsa, mitik de olsa, bir gerçeğin anlatımı da olsa bir şey değişmeyecektir. Tarihöncesi akıl indinde Ergenekon bir muamma değildir.

[1] Sergen Çirkin, Güney Sibirya Arkeolojisi, sayfa 298, YKY, İstanbul 2019.

[2] Jack Goody, Mit Ritüel ve Söz, sayfa 188, Küre Yayınları, İstanbul 2017.

[3] Ferdinand de Saussure, Genel Dilbilim Yazıları, sayfa 101, İthaki Yayınları, İstanbul 2014.

[4] Ayrıntılı malumat için bakınız: George Lakoff – Mark Johnson, Metaforlar, İthaki Yayınları, İstanbul 2015

[5] Ahmet Özgür Güvenç, Tepegöz, sayfa 21, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2019 .

Metin Savaş

Yorumla

Yorum yazmak için buraya tıklayın...