Arkeoloji Tarih

Zerzevan’dan Donuktaş’a – Hırı̇stı̇yanlığı Etkı̇leyen Mı̇traı̇zm

Yazan: A.Refik Kutluer, CTIE
Ekonomist – Turizm Yöneticisi
Fijet “Dünya Turizm Yazarları ve Gazetecileri Derneği” Üyesi

Mitra, M.Ö. 600 yıllarında tanınmaya başlayan önemli bir Pers ışık tanrısıdır. Romalı askerler ona “asla yenilmeyen ya da yok edilemeyen tanrı” diyorlardı. Antik inançlardaki rolü belirleyiciydi. Arkeologlar 2017 yılında Diyarbakır’da ona adanmış son tapınağı bulmuş ve bu da onun etkisine olan ilginin artmasına yol açmıştır.

Diyarbakır’ın Çınar ilçesindeki Zerzevan Kalesi’nde yapılan kazılarda Roma İmparatorluğu dönemine ait önemli bulgulara ulaşıldı. Kayda değer keşiflerden biri de Mitra’ya adanmış yaklaşık 1.900 yıllık bir yeraltı tapınağıdır. Bu arkeolojik alan, bölgeye daha fazla turist çekebilecek zengin bir tarihe ve eşsiz bir mimariye sahiptir. Dünya Turizm Yazarları ve Gazetecileri Federasyonu (FIJET) ve onu Türkiye’de temsil eden Türkiye Turizm Yazarları ve Gazetecileri Derneği ATURJET, “Turizmin Oscar’ı” olarak adlandırılan “Altın Elma” ödülünü 2018 yılında Diyarbakır’a, bu yıl ise Tarsus’a verdi. “Altın Elma” FIJET’in Oscar’a eşdeğer bir ödülüdür. Bu mükemmellik ödülü, her yıl bir kuruluşa, ülkeye, şehre veya kişiye, turizmin tanıtımı ve seviyesinin yükseltilmesi için gösterdiği üstün çabalardan dolayı verilmektedir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Zerzevan Kalesi. (Mihrirojin/CC BY-SA 4.0).

Araştırmacılar ayrıca Zerzevan Kalesi’nde muhtemelen gizemli ritüeller için kullanılan saklı bir alan bulmuşlardır ve bu kalenin antik Asur dönemine kadar uzanan ilginç bir geçmişi vardır. Kale bir Roma sınır garnizonu olarak başlamış ve MS üçüncü yüzyılda büyük bir askeri yerleşime dönüşmüştür. Barışçıl zamanlarda, duvarları arasında yaklaşık 1.500 kişi yaşıyordu, ancak çatışmalar sırasında, daha fazla insan burada güvenlik aradığı için nüfus 10.000’lere yükselebiliyordu.

Arkeolojik çalışmalar Zerzevan Kalesi’nin MÖ 882’den beri iskân edildiğini ve MS 639’daki İslam fethine kadar bir yaşam merkezi olduğunu göstermektedir. Bazı akademisyenler tapınağın gizemli doğasının “İlluminati” gibi gizli gruplara ilham vermiş olabileceğini düşünmektedirler. Zerzevan’a artan ilgi, “The Story of God” adlı belgesel dizisinin bazı bölümlerini çekmeyi planlayan aktör Morgan Freeman’ın da dikkatini çekmiştir.

Mithras Tapınağı

Mitra Tapınağı çok etkileyici bir yapıdır. Uzunluğu 7 metre, genişliği 5 metre ve yüksekliği 2,5 metredir. İçinde, zamanının sanatını vurgulayan itina ile oyulmuş güzel sütunlar ve nişler vardır. Bir duvarda Mitra’nın ilahi ışığını ve gücünü simgeleyen, antik tapınmanın özünü vurgulayan parlak taç görülmektedir.

Tavanda; uyuşturulmuş boğanın ayaklarından asıldığı dört bağ, tapınakta ayrıca bir kase ve kanın aktığı bir havuz bulunmaktadır. Ritüel sırasında, kurban edilen boğanın kanında yıkanan ve o kanı içen insanların günahlarından arındıkları ve Mitra inancına girdikleri düşünülüyordu.

Mitra’nın takipçileri tapınakta 7. si en yüksek olan rütbelerine göre otururlardı. Hıristiyanlığın yayılmasının ardından farklı ritüellerin yasaklanmış olması nedeniyle boğa kurbanları için kullanılan sunak artık mevcut değildir.

Zerzevan Kalesi’nin içindeki Mithras Tapınağı. (Clemens Schmillen/CC BY-SA 4.0).

Mitras, MÖ 5. yüzyıl civarında antik İran’da bir güneş tanrısı olarak tanınmaya başlanmıştır. Mitra kozmosu yöneten güçlü bir figür olarak görülüyordu. Zamanla bu inanç, birçok mistik hareketi etkileyen karmaşık bir ibadet sistemi olan Mitraizm’e dönüşmüştür.

Mithraizm Roma’ya Ulaşıyor

Mitraizm, kısmen Pers askeri seferlerinin başarısı nedeniyle MS 2. yüzyılda Roma İmparatorluğu’na taşındı ve özellikle askerler arasında hızla popüler hale geldi.

Pagan Roma’da yüksek rütbeli askeri yetkililer, zengin tüccarlar, aristokratlar ve hatta bazı imparatorlardan oluşan seçkin bir grup bu gizemli dine inanıyorlar ve evren üzerinde büyük bir kontrole sahip olduğuna inanılan Mitra’ya tapıyorlardı.

Mitra bir tanrıdan daha fazlasıydı; adaleti, ışığı, inancı ve savaşı temsil eden bir güneş sembolü olarak görülüyordu. Mitraizm hakkında pek çok şey hala belirsizdir çünkü ritüelleri gizliydi ve çok az yazılı kayıt günümüze ulaşmıştır. Bildiklerimizin çoğu, bu eski inanç sisteminin kalıntılarını bulan arkeologlardan gelmektedir. Mitra mitolojinin ötesine geçen fikirleri temsil ediyor, adaleti, ışığı, dostluğu ve anlaşmaların önemini sembolize ediyordu.

Mitra, ayrıca, “arabulucu” anlamına gelmektedir ve bu da özellikle Roma İmparatorluğu’nun yükseliş döneminde farklı kültürlerdeki önemli rolünü göstermektedir. Mitraizm; gizemi, karmaşık ritüelleri ve sembolleriyle geniş ve hızla artan sayıda takipçiyi kendine çekip büyümüştür. Ancak MS 4. yüzyılda Avrupa’yı kasıp kavuran maneviyat dalgaları Hıristiyanlığın yükselişini de beraberinde getirerek Mitra inancının nihai olarak bastırılmasına ve bir zamanların canlı ritüellerinin trajik bir şekilde kaybolmasına neden olmuştur.

Duino Mithraeum. (bepslabor/Canva).

Son zamanlarda yapılan arkeolojik keşiflerde bulunan Mitra tapınakları ve eserleri, bu kadim dini ve onun gizemli uygulamalarını anlamamıza yardımcı olmaktadır. Bu yeni bilgiler Mitra’nın mirasını modern dünya ile ilişkilendirmemizi sağlamaktadır.

Mitraizmden Hristiyanlığa Geçiş

Yeni dinlerin yükselebilmesi için, genellikle, askeri güce ihtiyaç duyulmaktaydı. Konstantin’in 313 yılında ilan ettiği Milano Fermanı tarihte çok önemli bir olaydır. Bu önemli ferman Hıristiyanlığın Roma İmparatorluğu içindeki tarihinde belirleyici bir değişikliğe işaret ediyordu. Hıristiyanların zulüm korkusu olmadan açıkça ibadet etmelerine izin verildi. Ferman ayrıca onlara yasal haklar vererek kiliseler inşa etmelerine ve ellerinden alınan mülkleri geri almalarına da izin verdi.  Ayrıca, gayet eğitimli olan Hıristiyan askerlerin Roma ordusuna katılması Konstantin’e stratejik bir avantaj sağladı. Bu askerler yıllardır eğitiliyordu çünkü Roma ordusu onları yok etmek için peşlerindeydi. Bu askerler sadece yeni inancı desteklemekle kalmadılar, aynı zamanda orduyu güçlendirerek Hıristiyanlığın dönemin diğer dini grupları arasında daha fazla kabul görmesine yardımcı oldular.

Milano Fermanı. (Wannart).

Milano Fermanı’ndan sonraki yıllarda, özellikle de dördüncü yüzyılın sonlarında, Hıristiyanlık hızla büyümüş ve diğer Orta Doğu dinlerinden daha etkili hale gelmiştir. Bu büyüme M.S. 381 yılında Roma İmparatoru Theodosius’un Hıristiyanlığı resmi devlet dini haline getirmesiyle zirveye ulaşmıştır. Bu değişiklik bölgenin ruhani inançlarını önemli ölçüde etkilemiştir.   Daha önceleri, M.S. 60 yılı civarında, Aziz Pavlus, İsa’nın hikâyesini yeniden şekillendirmek için çok çalışmaktaydı. Hıristiyanlığın teolojik ve ahlaki temelini oluşturmada kilit bir figür olan Aziz Pavlus (St.Paul) onu net bir inanç sistemine dönüştürdü. Diğer havariler de bu yeni dini yaymış, öğretilerini paylaşmak ve pek çok farklı yerde bir inananlar topluluğu oluşturmak için birlikte çalışmışlardır.

Mitraizm, Stoacılık ve Hıristiyanlık

Tarsus’ta; Stoacı düşünceyle şekillenen anlayış, doğal güçlerin kişiselleştirilmesi ve tek tanrıcılığa olan inançla birleşerek Hıristiyanlığın Tanrı, Oğul ve Kutsal Ruh inancına dönüşmüştür.

Stoacı felsefe okulu M.Ö. 300 civarında ortaya çıkmış ve insan düşüncesinin evriminde önemli bir dönüm noktası olmuştur.

Birbirinden önce gelen pek çok din ve felsefe, insanlığın “hakikat” arayışında genellikle doğal güçleri tanrılaştırarak sonraki akımları etkilemişlerdir. Pers Mitraik dini ve kültürde, 1. Yüzyılda, Stoacı felsefeyi önemli ölçüde etkilemiştir. Stoacıların Mitra’dan türetilen astronomi ve astroloji inançları, “kadere meydan okunamayacağı” anlayışlarına katkıda bulunmuştur.

Stoacılar felsefenin, kemikleri mantık, eti etik ve ruhu fizik olan, canlı bir varlığa benzediğini ileri sürerler.

Stoacılara göre felsefenin amacı, tüm olayların kaçınılmaz bir nedenler zincirinden kaynaklandığını kabul ederek bilgelik yoluyla erdeme ulaşmaktır. Ahlaki hakikatler de dahil olmak üzere gerçekliğin derinlemesine anlaşılmasının, doğayla uyum içinde yaşamak ve gerçek mutluluğa ulaşmak için gerekli olduğuna inanırlar. Ayrıca, vicdan ve doğa yasası kavramları Stoacı felsefenin temelini oluşturur.

Büyük Stoacı filozoflar. (Orion Felsefesi).

Stoacılığın temel ilkesi doğayla uyum içinde hareket etmektir. Bu bağlamda her şey tanrısal olanın bir parçası olarak kabul edilir. Doğaya uygun hareket etmek, akıl ve bilgelikle davranmak ve böylece kendiyle uyum içinde yaşamak anlamına gelir.

Stoacı felsefeyle yetişen Aziz Pavlus, kurtuluş arayışında toplumsal koşullara tamamen kayıtsız kalınmasını savunur. Tarsuslu Saul olarak da bilinen Pavlus için yaşamın temel kuralları doğruluk, erdem, dine bağlılık, inanç, muhtaçlara yardım, Tanrı’yı sevmek, İsa’nın yolunda yürümek ve bilgiyi aramaktır.

Bu tek tanrılı ve erdemli anlayış İsa’nın öğretileri ve mucizeleriyle iç içe geçtikçe Hıristiyanlık gelişmeye başlamıştır.

Hem kurumsal hem de pratik olarak Hıristiyanlık, daha önceki felsefi fikirlerle donanmış ve Stoacılık ile Platon ve Aristoteles’in düşüncelerinden derinlemesine etkilenerek şekillenmiştir.

İnsan aklının gücüne güvenen Antik Yunan felsefesi, tek tanrılı dinlerin yükselişiyle birlikte önemini yitirmiştir. Bireylerden dini öğretilere sıkı sıkıya bağlı kalmalarının beklendiği yeni bir tekil Orta Çağ düşüncesi dönemi ortaya çıktı. Bu değişim, Orta Çağ’ın karanlık dönemlerinde felsefi düşüncenin yeraltına itilmesine ve özgür akıl yürütme ve bilgeliğin bastırılmasına yol açtı.

“TANRI’NIN ÇOCUĞU EFSANESİ”

Homo Sapiens’in evrimleştiği eski zamanlarda, doğan çocuğun babası bilinmiyordu ve o dönemlerde aile anlayışı yoktu. Cinsel ilişki sadece zevk için yapılırdı. Hatta çocuğun babasının yağan yağmur nedeniyle gök tanrılarından herhangi biri ya da aylar önce dövüşülen bir hayvan olabileceği düşünülüyordu. Başlangıçta bir meyvenin tohumunun ürüne dönüşmesine, topraktan çıkıp yeşermesine tanık olmuşlar ve bunu bir yeniden doğuş süreci olarak değerlendirmişlerdi! Ölülerini gömmeye başlamalarının ve zamanı geldiğinde yeniden doğmayı umut etmelerinin nedeni de bu olabilir.

Bu aynı zamanda tanrılardan gelen büyülü yağmur damlalarının kadınları hamile bırakmaktan sorumlu tutulmaları gerektiğini düşünmelerinin de nedeni olabilirdi…”baba olan tanrılar!”

Bu düşünce; insanoğlunun DNA hafızasında birikmiştir ve daha sonraları Şaman, Hint, Sümer, Mısır, Mitra ve diğer uygarlıklarda “Tanrı’dan olan çocuk” mitine sıkça rastlıyor olmamızı izah etmektedir.

Mitraizm inancında peygamber Mitra, normal bir hamilelik sonucu değil, Tanrı’nın üflemesi ile bir bakireden doğmuştur. Ayrıca öldükten sonra ikinci kez doğmuştur! Son akşam yemeğinde, tıpkı İsa’nın son akşam yemeğinde olduğu gibi, Mitra’nın yanında da12 kişi bulunmaktaydı.

Bu ve benzeri mitlerin etkisiyle “Tanrı’nın Oğlu İsa” düşüncesi Hıristiyanlığı tanrılaştırmak ve kabul edilebilir bir din haline getirmek için çok etkili bir teori olarak kullanılmıştır. Yaratılan “Baba-Oğul-Kutsal Ruh” üçlemesi sayesinde bu yeni din hızla taraftar kazandı.

Bu ve İsa’ya atfedilen diğer tüm mucizeler, felsefesini geçmiş bilgi birikiminden alan ve diğer tüm dinler gibi toplumsal hayatı düzenlemeyi amaçlayan Hıristiyanlığın kabul görmesi için birer araç olarak kullanıldı.

“DÖRT İNCİL / İZNİK KONSİLİ”

İncil tek bir kitap değildir; farklı metinlerden oluşan bir koleksiyondur. Her İncil farklı bir yazar tarafından yazılmıştır ve bazen diğerlerinden farklı ya da çelişkili olabilen kendi bakış açısını içerebilir. Bu İnciller Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde düşünce ve görüşlerdeki çeşitliliği yansıtmaktadırlar.

Hıristiyanlığın ilk yıllarında Arius adında bir rahip tek bir yaratıcı Tanrı olduğunu savunmaktaydı. O ve takipçileri İsa’ya büyük bir peygamber olarak saygı duyuyor ancak onun “Tanrı’nın Oğlu” olduğuna inanmıyorlardı. Bu anlaşmazlık ilk Hıristiyanlar arasında hararetli tartışmalara yol açtı. Bu anlaşmazlıkları çözmek için İznik Konsili MS 14 Haziran 325’te toplandı.

İznik Konsili toplantısı, MS 325. (Google Sanat Projesi/Kamu Malı).

Konsil, birbiriyle çelişen inançlara sahip olan İncilleri dışlamaya karar verdi. Sonuç olarak sadece dört İncil kabul edildi: Matta, Markos, Luka ve Yuhanna. Bu dört metin, bugün İncil olarak adlandırdığımız Yeni Ahit’in temelini oluşturmuştur.

Ayrıca Aziz Pavlus da Hıristiyan inançlarının şekillenmesinde önemli bir rol oynamıştır. Mektupları Yeni Ahit’in önemli bir parçasıdır ve birçok değerli görüş ve öğreti içermektedir.

Hıristiyanlığın ilk yılları ile ilgili bulunamamış olan bazı yazıların akıbeti merak uyandırmakta ve çeşitli sorulara yol açmaktadır: Bunlar; zaman içinde mi kaybolmuşlardır, yoksa teolojik tartışmalar nedeniyle kasıtlı olarak mı saklanmışlardır? Kayıp metinler; “Tanrı Kelamı”nı tam olarak anlamıyor olabileceğimizi düşündürmektedir.

İznik Konsili sırasında Aziz Pavlus’un bazı yazı ve görüşleri bilinmiyordu. Tarsus’ta saklı olduğuna inanılan önemli metinler henüz keşfedilmemişti. Bu eski metinler – söylentiler ve şehir efsanelerinin öne sürdüğü gibi- en sonunda bulunduğunda,  gizli kalmaları mı istenmişti, yoksa yok mu edilmişlerdi, bu önemli bir merak konusudur.

Bu kanıtlar ve ortaya koyacakları farklı düşünceler, eğer bulunabilse, erken dönem Hıristiyan düşüncesine dair anlayışımızı önemli şekilde değiştirebilirler.  Bu gizli bulguların – inançları İznik Konsili’ne yol açan – teolog Arius’un fikirlerini destekleyip desteklemediği de belirsizdir. Bu kayıp belgelerin, Aziz Pavlus’un dinini geliştirirken kullandığı İsa hakkında yaygın olarak kabul edilen inançlardan farklı olan görüşleri içerip içermediği konusunda net bir bilgiye sahip değiliz.

Her dinin inandırıcılığını artırmak için felsefi bir temele ve mucizevi hikayelere ihtiyacı vardır.

Dinde Uyum

Tarih boyunca; – Mısır ve Zerdüştlük’ten Eski Ahit ve diğer kutsal metinlere, Sümer’den Antik Yunan’a kadar – aynı temel fikirler ve öğretiler zaman içinde tekrar tekrar ele alınmıştır. Genel olarak insanlar temeldeki bu öz inançlara saygı duymaya meyilli olduğundan, tamamen yeni hikayeler icat etmek yerine mevcut mucizeleri yeni dine uyarlamak genellikle daha kolaydı ve tercih edilmekteydi.

İnsan beyni belirgin seviyede geliştiğinde, insanlar varoluşlarını merak etmeye, sorgulamaya ve endişelenmeye başladılar. Bu arayış sırasında insanlık birçok tanrıya inandı ve endişelerini hafifletmeye çalıştı.

Bilgi birikiminin artması ve antik çağların aydınlanmasıyla birlikte “düşünen beyin” dikkatini içe çevirerek pagan çoktanrıcılığından felsefi düşünceye geçiş yapmıştır.

Dogmatik dinlerden önceki dönemde bilim yeterince gelişmemiş olduğu için insanlar cevap arayışlarında büyük ölçüde rasyonel düşünceye güveniyorlardı. Felsefi düşünce arayışı devam ederken, ortaya çıkmaya başlayan bilimsel ilerlemeler aydınlanmış zihinlerin önünü açtı.  Ancak aydınlanma ilerledikçe toplumun yönetilmesi daha zor olmaya başladı. Bu yüzden; yöneticiler insanları dogmatik inançlara ve ilahi emirlere geri döndürmeyi tercih ettiler ve bu da organize dinlerin ortaya çıkmasına yol açtı. Bu dogmatik dinler, Rönesans’ın getirdiği yeni aydınlanmadan beslenen bilim tekrar önem kazanana kadar toplumu derinden etkilemeye devam ettiler.

Stoacılıktan Hıristiyanlığa aktarılan miras, “yalnızca öbür dünyaya odaklanmak yerine bu dünyada yaşamayı ve bundan zevk almayı” vurgular. Maddi çevrenin, mutluluk için yeterli olan erdem kadar önemli olmadığını öne sürer.

El Greco’nun 1605 tarihli St. Paul tablosu. (Kamu Malı).

Aziz Pavlus, Stoacı felsefeyi resmi bir dine dönüştürmek için İsa figürünü kullanmıştır. Bu yeni inanç sistemini geliştirmek için gizemli bir figüre ve çeşitli mucizelere ihtiyaç duymuştur. O dönemde, birçok farklı kültür ve dönemden gelen mucizeler İsa’ya atfedilmiş durumda idi. İsa’yı seçmenin avantajı, o dönemde zaten ölmüş olan İsa’nın Aziz Pavlus’a rakip olamayacağı gerçeği idi. Aziz Pavlus dini doktrinini İsa öldükten çok sonra tamamlamıştır.

İsa’nın takipçilerinin Antakya’da “Hıristiyan” olarak adlandırılmaları için birkaç on yıl geçmesi gerekecek ve yaklaşık üç yüzyıl sonra, Hıristiyanlığı üç büyük tek tanrılı dinden biri olarak oluşturan bugünkü “İncil” derlenecektir.

Mitra Tapınakları ve Hıristiyanlıkla Bağlantıları

Yaklaşık 10.000 yıllık bir antik kent olan Tarsus’taki Donuktaş Tapınağı, Roma Mitraizminin dünyada kalan en büyük örneklerinden birisidir.

Araştırmalar, Roma İmparatorluğu’nda yaklaşık 400 Mitra tapınağının bulunduğunu göstermektedir. Bu tapınaklar çoğunlukla İtalya, İngiltere, Almanya, Fransa, İspanya, Orta Doğu ve Türkiye gibi Romalılar tarafından kontrol edilmiş olan yerlerde bulunmaktadır.

Mersin İli, Tarsus, Donuktaş’taki tapınağın kapısı. (Nedim Ardoga/CC BY-SA 4.0).

Tarsus’taki Donuktaş antik çağlardan kalma en büyük ve en önemli tapınaklardan birisidir. M.Ö. 2. yüzyıla tarihlenen bu Mitra tapınağı, günümüzde Hıristiyanlığı hâlâ etkileyen felsefi fikirleri temsil edip etmediğine dair soruları gündeme getirmektedir. Araştırmacılar bu tapınak üzerinde kapsamlı çalışmalar yapmış olsa da Donuktaş’la ilgili pek çok gizem varlığını sürdürmektedir.

Bu antik tapınakta bulunan dikkat çekici buluntulardan biri de güzel bir bronz kapıdır.

İmparator Theophilus bu zarif kapıyı 829-842 yılları arasındaki hükümdarlığı sırasında ünlü Ayasofya’ya nakletmiştir. Detaylı işlemeleri ve olağanüstü işçiliğiyle bilinen bronz kapı, antik sanatın en önemli örneklerinden biri olarak öne çıkmaktadır. Bina uzun yıllar boyunca, bugün sadece kalıntıları görülebilen bir taş ocağı olarak işlev görmüştür. Beton kırılarak batı tarafında bir giriş oluşturulmuştur. Alan 1985’ten 1992’ye kadar kazılmıştır. İnşaatın, kesin tarihi bilinmemekle birlikte, Antoninler hanedanı sırasında, Nerva ve Commodus (MS 96-192) dönemlerinde başladığı tahmin edilmektedir.

Donuktaş’taki Mitra tapınağının kalıntılarından gelen ilginç felsefi düşünce rüzgarlarının, modern Hıristiyanlık üzerindeki olası etkileri sorgulanmaya devam ediyor. Tanrı Mitra için önemli bir tapınak olduğu düşünülen Donuktaş pek çok tarihi gizem içermektedir. Tapınak dar ve dolambaçlı sokakların arasında kalmıştır. Ve eski ihtişamının üzeri, özellikle kuzey ve doğu taraflarında, çoğunlukla derme çatma gecekondularla örtülmüş durumdadır. Orijinal adını bilmesek de, bölgedeki türünün en büyüğü olan, bu tapınağın muhtemelen hiçbir zaman bitirilmediğini belirtmek gerekir. Bunun sebebi bölgede Hıristiyanlığın yükselişe geçmesi ile bağlantılı olabilir.   Mimari açıdan bina dikkat çekicidir: kuzeydoğudan güneybatıya çapraz olarak hizalanmış bir dikdörtgenin içinde büyük kare tonozlu bir kemeri vardır. Ana oda gökyüzüne açıktır ve kazılar sırasında çok sayıda mermer levhanın bulunması, dış kısmın mermer ile estetik bir şekilde dekore edilmiş olabileceğini ve lüks bir görünüm arz ettiğini göstermektedir. Duvarlar sıkıştırılmış çakıl taşları ve güçlü Roma betonundan yapılmıştır ve içeride, bir zamanlar burada ritüellerin gerçekleştiğini gösteren bir sunak bulunmuştur.

Anadolu Tarihinde Mitraik Etkiler

Anadolu tarihini incelerken, yalnızca siyasete ve siyasi devletlere odaklanmak yerine, coğrafyaya ve insanların hareketleri ile kültürün zaman içinde nasıl geliştiğine bakmalıyız. Bunun en önemli örneklerinden biri, birçok farklı uygarlıkla bağlantısı olan Mitra kültürünün kalıcı etkisidir. Buna Mitra’dan gelen Frig şapkası da dâhildir.

Çocukken Frigya başlığı takan Attis’in büstü. (Jastrow/Kamu Malı).

Anadolu, tarih boyunca birçok devlete ev sahipliği yapmış ve halkı zengin kültürünü nesiller boyunca istikrarlı bir şekilde korumuştur. Bu mirasın önemli bir sembolü de, kendine özgü öne eğik bir kenara sahip olan, kırmızı Frig şapkasıdır. Bu şapka, bağımsızlık ve özgürlük için verilen evrensel mücadeleyi temsil eder.

Tarih boyunca Frig şapkası; Antik Romalılar, 17. yüzyılda Hollandalılar ve Amerikan özgürlük mücadelesi sırasında devrimciler de dahil olmak üzere çeşitli gruplar tarafından giyilmiş ve bir sembol olarak kullanılmıştır. Bu sembol Fransız Devrimi sırasında da önemli bir rol oynamıştır. Frig şapkası Mitraik uygarlıklarında da kullanılmaktaydı. Frig şapkasının her bir görünümü, insanlığın güçlü ruhunu ve tarihle olan derin bağını sergilemektedir.

A.Refik Kutluer, CTIE
Ekonomist – Turizm Yöneticisi
Fijet “Dünya Turizm Yazarları ve Gazetecileri Derneği” Üyesi

bilimdili

Yorumla

Yorum yazmak için buraya tıklayın...